Perşembe, Nisan 18, 2024
Makaleler

Üniversitelerin dönüşümü ve sınıf mücadelesi – Erdal Şahin

Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum rektör Melih Bulu’nun atanmasına karşı başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin dört bir yanında protesto dalgası oluştu. Boğaziçi eylemleri ile Gezi isyanı arasında gelişim dinamikleri ve tarz benzerliği üzerinden “Boğaziçi ile Gezi’nin bağı nedir, Gezi’yi aşar mı, gezinin devamı mı” gibi başlıklarla tartışma silsilesi aldı başını yürüdü. Biz ise kendi penceremizden Boğaziçi eylem sürecini geliştiren dinamikleri tarihsel boyutlarıyla beraber incelemeye çalışacağız.

Türkiye’de, 80 darbesi ile birlikte neoliberal politikalar hayata geçirildi. Bu politikalar son 19 yıldır,  hem genelde hem de üniversitelerde AKP eliyle sürdürülmeye devam ediyor. Bunun üniversitelere yansıması yüzlerce üniversitenin açılması oldu. Melih Bulu niteliksizliğiyle malul kişi. Doktora tezi incelemeye kapatılmış nedense! Bu niteliksizliğin Boğaziçi Üniversitesi’ne atanması; üniversitelerin piyasalaşmasında ve piyasalaştıkça niteliksizleşmesinden bağımsız okunamaz.  Niteliksizliğin ve piyasalaşmanın vücut bulmuş hali olan Melih Bulu ile birlikte Boğaziçi Üniversitesi de bu piyasalaşmadan payına düşeni almış oldu. Şimdi bu süreci daha iyi anlayabilmek için piyasanın bu “niteliksizliğe” neden ihtiyaç duyduğunu anlamaya çalışalım.

Üretimde teknoloji ve otomasyonun gelişimi ile birlikte ürünün bileşimindeki kol emeğinin miktarı giderek azalıyor. Üretimde kol emeğine olan ihtiyaç azalırken yeni üretim organizasyonlarına ve teknolojik gelişime uyumlu kafa emeğine ihtiyaç artıyor. Bu ihtiyacı karşılayabilmek içinse Türkiye’de son 15 yılda yüzlerce üniversite açıldı, varolanlar dönüştürüldü. Ancak bu üniversitelerin kapasiteleri, sermayenin istihdam edebileceği sayının misliyle fazlasıdır. Böylece burjuvazi eğitimli emeği piyasada rekabete sokarak emeğin değerini düşürmeyi hedeflemektedir. Çünkü sermaye, artan eğitimli emek ihtiyacını, karını arttırarak ancak bu yolla karşılayabilir. Bunun için milyonlarca yedek eğitimli emek ordusu yaratıldı. Böylelikle sermaye, ücretleri istediği düzeye çekebildi. Sistem yeni mezunlara, stajyer mühendislik, stajyer avukatlık, stajyer muhasebecilik gibi süreçleri zorunluluk haline getirerek, bu durumu yasalaştırmış oldu. Yine deneme süresi adı altında kullan-at istihdam, uygulanan bir diğer ekstra sömürü biçimidir.

Aslında bu kesimin stajyerliği, öğrenciliği hayatı boyunca devam eder. Sürekli bir sınava tabidir. Çünkü sistemde kalıp rekabet edebilmenin yegane koşulu, niteliğini her geçen gün arttırmasıdır. Beyaz yakalar solmasın diye o yakalar sürekli kolalanmalıdır. Sürekli kolalamanın temel şartı, çalışmanın yanında piyasanın ihtiyacına göre eğitimine devam etmesi ve bunun sonunda sürekli sertifikalanmasıdır. Böyle bir döngüde gelişen teknoloji ve otomasyona uyum sağlamaya çalışan eğitimli birey, proleterleşme sürecinden kaçamaz. Çünkü teknolojik  gelişmelere, endüstrileşmenin gelişen boyutlarına ayak uydurmadığı takdirde elindeki vasıf değersizleşir; kişi vasıfsızlaşır.

Proleterleşme ile birlikte esnek ve güvencesiz istihdam meselesi ön plana çıkıyor. Bu esneklik ve güvencesizlik daha üniversitelerde örülmeye başlanıyor. Çünkü üniversiteler artık kariyer kulüpleri gibi. Önce üniversitelerde, sonra piyasada beyaz yakalıların ruhları öyle bir eziliyor ki, artık kendi kendini sömüren, performans delisi bir “insan” tipi ortaya çıkıyor. İletişim teknolojisinin bu denli ilerlemesi; beyaz yakalıları 7/24 erişilebilir kılıyor, çalışma zamanının sonsuza kadar uzamasını sağlıyor. Öte yandan bu kesimin büyük bir kısmı, proleterleşme süreçlerini bir kenara koyup hala kendini daha üst bir statüye koymaya çalışıyor. Bunun içinse üniversite ve piyasada kariyer ve profesyonelleşme anlatısı ön plana çıkıyor. Profesyonelliğin ve statünün imgesi ise bir kariyerden diğerine atlama, araba-ev-iş-eş değiştirme reklam/film ve plaza-ofis efsaneleriyle parlatılıyor. Ama bizim beyaz yakalılar, aldıkları cüzi ücretlerle bu “hovarda” yaşamı umut etmenin hayalini satın alabiliyorlar.

Beyaz yakalıları zora sokan bir diğer şey, profesyonelleşme adı altında dayatılan ruh ezici bir yaşam döngüsü. Köpürtülen hayallerle, yaşamlar arasındaki uçurum anlaşıldıkça yaşamın anlamı da yavanlaşıyor. Yine kışkırtılan başarı ve rekabet hırsı, bireyi giderek toplumdan uzaklaştırıyor. İş ortamının rengarenk maskesi altında dayatılanlarla birey öz saygısını yitiriyor.

2008 sonrası gelişen isyan dalgasının karakteri

Proleterleşme sürecini yeni girilen bir süreçmiş gibi yazmıyoruz. Asıl olarak toplumun proleterleşmesi ya da proleterleşen toplum, kapitalizmin gelişiminin bir sonucu. Ancak proleterleşmenin hissedilmesi bazı tarihi anlarda ön plana çıkıyor ve hissediliyor. 2008 krizi de böyle bir döneme tekabül ediyor.

Bilindiği üzere 2008 ekonomik krizi, dünya çapında bir isyan dalgasına yol açtı. Yunanistan, Mısır, Wall Street, İspanya, Gezi ve Brezilya başta olmak üzere, dünyanın birçok yerinde bu krizin etki ve tepkileri kendi özgün koşullarınca şekillendi. İlk işaret fişeği 17 Aralık 2010’da Tunus’ta, 26 yaşındaki bilgisayar mühendisi Muhammed Bouazizi tarafından yakıldı. Muhammed Bouazizi bilgiyasar mühendisidir ancak bu alanda iş bulamayınca, yaşamını sürdürmek için işporta tezgahı açar. İşporta tezgahına zabıtalar tarafından el konulunca kendini yakar ve Bouazizi önce Tunus’ta sonra tüm dünyada isyanların simgeleşen ismi olur. Çünkü Tunus; Wall Street’teki, Tahrir’deki, Gezi’deki isyancılarla aynı profile sahiptir. Genç, eğitimli, geleceksiz işçi/işsizler…

Tunus’ta isyanı eğitimli işsiz/işçi, geleceksiz gençler başlattı. Kısa sürede liseliler ve toplumsal muhalefetin diğer kesimleri de isyana katıldı. Hedef ise Tunus’u 23 yıldır sömüren devlet başkanı Bin Ali, ailesi ve yönetimiydi. İsyan her ne kadar güçlü olsa da sistem kendini Bin Alisiz restore etmeyi bildi. Çünkü isyancılar ne istediklerini değil, ne istemediklerini biliyorlardı. Bu yüzden belli bir programa ve örgütlü hareket etmenin koşullarına sahip değillerdi. Bunun nedeni ise hem örgütlerin böyle bir isyanı içkinleştirecek yapılarının olmaması hem de isyancıların örgütlere koyduğu mesafedir.

Gezi ayaklanmasına baktığımızda, yine benzer bir profille karşılaşırız. Ve bu yüzden Gezi ayaklanmasına katılanlar üzerinden Gezi’nin sınıfsal yönüne dair birçok tanımlama yapıldı. Çoğunlukla orta sınıf, küçük burjuva, biraz da işçilerin katıldığı bir isyan olarak tanımlanmaya çalışıldı. Ancak Gezi’ye katılan isyancıların proleterleşen plaza-ofis çalışanları ve beyaz yakalılar oldukları gözden kaçırılıyordu kaçırılıyordu. Bu isyan bir anlamıyla proleterleşmeye karşı bir isyandı. Tarihte her büyük proleterleşme dalgasında, çıkış nedenleri çok farklı da olsa isyan ve direnişler yaşanmıştır. Gezi’ye karakterini veren bir yön de budur. Gezi isyanı, sınıfsal bileşeniyle klasik sınıf analizinde ısrar edenlerin ezberini bozmuş oldu. Daha doğrusu işçiyi sadece sanayi proletaryasından ibaret gören; bir yükün altına girmeyeni, eli yüzü pas kir tutmayanı proleter görmeyen bir anlayışı yıkmış oldu.

Her iki cepheden (iktidar ve toplum) baktığımızda 3-5 ağaç meselesindeki sınıfsallığı görmek aslında o kadar zor değildi. İktidar 3-5 ağaç ile toplumun yaşam alanını kendine göre yeniden organize ediyor, kentsel mekanları doğrudan sermaye üretiminin konusu haline getiriyordu. Bir yandan Gezi Parkı’nı ve Taksim Meydanı’nı ranta açarken diğer yandan ise 3-5 ağacı kesip burayı tarihinden ve toplumun buluşma mekanı olmaktan çıkartıyordu. İktidarın Gezi Parkına müdahalesi bir bütünün parçasıydı. Tüm yaşam, üretim, tüketim alanlarının, kültürün sermayenin ihtiyacına göre yeniden organize edilmesinin bir parçasıydı. Bu yeniden organizasyon ile birlikte toplumu tarihinden, kültüründen, yaşam şeklinden koparıp yeni sömürü biçimlerine göre yeniden şekillendirmek istiyordu. Diğer türlü iktidarın saldırısı karşısında, toplumun sarılıp tutunabileceği bir kültürü ve toplumsal dayanışma ağları olacaktı. AKP iktidarı, bunları yok ederek yeniden toplumu yeniden şekillendirmeye çalışırken, toplumsal yaşamın simgeleşen kesişim noktalarında isyan patlak verebiliyor. Ne yiyip içeceğimize, ne giyip giymeyeceğimize, nasıl oturup kalkacağımıza dahi şekil vermeye çalışan iktidar, aslında bizleri yeni sömürü mekanizmalarına uyumlu bireyler haline getirmek istiyordu. Bir boyutu, kentsel mekanın rantın yanısıra sermaye üretiminin konusu haline gelmesiyken diğer boyutu ise emekgücünün sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirilmesidir. İşte tam da bunlar, Gezi isyanının sınıfsallığının oturduğu bağlamı gösteriyordu.

Gezi’den Boğaziçi’ne bir yol gider

Boğaziçi Üniversitesi’nin yeniden organizasyonu ise yine bu bağlamda bir sınıfsallıktan bağımsız ele alınamaz. Gezi’de isyan edenlerin büyük bir bölümü, konum kaybı içinde olup proleterleşme dalgasını oluşturan bu üniversitelerin mezunlarıydı. Dolayısıyla beyaz yakalıların proleterleşmesi ile bunları üretme ve şekillendirme yeri olan üniversitelerdeki süreçleri birbirinden kopuk, bağımsız ele alamayız. Boğaziçi mezunu biri tabi ki proleterleşme sürecinde ilk sırada değildir ve bir proleterle aynı koşullarda çalışmaz ama bu proleterleşme sürecinden payına düşeni tüm üniversiteler gibi alacaktır.

Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum rektörün atanması ile başlayan protestolar aslında yine Gezi’deki gibi toplumun simgeleşen kesişim noktasına müdahale ile bardağın taşmasını, “kurbağanın sıçraması”nı, sağlayan bir faktör olarak önümüze çıkıyor. Başta öğrenciler olmak üzere, toplumun tüm kesimleri yaşamına, kültürüne müdahaleden kaynaklı rahatsızlığını çeşitli protesto şekilleriyle ortaya koyuyor.  Boğaziçi eylemleri, uzun bir aradan sonra toplumsal muhalefeti sokakta buluşturması sebebiyle topluma umut olurken, iktidarınsa korkulu rüyasına dönüştü.

En başta bahsettiğimiz, üniversitelerin bu kadar çok açılması ve kapasitelerinin arttırılmasının bir yanı piyasalaştırma, niteliği değersizleştirme iken, diğer yanı ise işsizliği az hissettirmek için gençliği buralarda istihdam etmektir. Tabi bu, bize tarihsel olarak Celali İsyanları’nı da hatırlatıyor. Celali İsyanları’nın en büyük bileşenlerinden biri de öğrencilerdir. O dönem Osmanlı İmparatorluğu gerileme dönemindedir. Bu gerilemeden halkın sırtına yüklenerek kurtulmaya çalışır. Toplum ise sırtına binen yükler yüzünden açlık ile yüz yüzedir. Aileler, evin erkek çocuklarını medreseye okumaya yollarlar. Erkek çocuğu, medreseye yollanarak hem evden bir kaşık eksilir hem de ileriye dönük bir yatırım yapılmış olur. Hayaller, çocuğun medreseyi bitirdikten sonra kapağı devlet kapısına atmasıdır. Ancak gerçekler farklıdır. Çünkü büyük şehirler medrese öğrencileriyle dolar, taşar. Medreselerden mezun olanların çok az bir kısmı yüksek okullara devam etmeye hak kazanır. Geri kalanlar ise kent yoksullarına karışırlar. Ve Celali isyanlarının önemli renklerinden biri haline gelirler. Bazen kendileri, bazen de diğer gruplarla birleşerek devletle çatışırlar, yol kesip soygun yaparlar. Devlet yakaladığı bazı gençleri idam eder. Ancak idamlar ayaklanmayı bastırmak bir yana tüm Anadolu’ya yayar. Öfkeyi daha da çok biler.

Bu dönemde yaşanan öğrenci fazlalığı da ülkenin geldiği ileri noktayı değil, o dönemdeki gibi sefaleti, yoksulluğu işaret etmektedir. Yine mezun olacak öğrencilerin büyük bir çoğunluğu kent yoksullarına katılacak. Bu anlamda, bugün gençlik hem öğrenciyken hem de öğrencilik yaşamları sona erdiğinde mücadelenin önemli bir parçası durumundadır. Gençlik örgütleri ve sonrasında ona mücadelede yol göstericisi olacak örgütün, gelinen durumu iyi okuyarak konumlanması, kendini şekillendirmesi gerekir. Örneğin klasik bir biçimde, “krize değil eğitime bütçe” sloganını değil, yoksulluğu, özgürlük yoksunluğunu ön plana çıkartmalıyız. Tabi ki bunlar sadece sloganda kalmamalı. Yoksulluğu, sefaleti, özgürlük yoksunluğunu yaratan tüm yapı ve kurumları doğrudan hedef alan, teşhir eden bir mücadele ancak başarıyı getirebilir, işaret fişeğindeki ışığı büyütür.

Güne yanıt verecek yeni mücadele arayış ve biçimlerine odaklanalım

Artık eski yol ve yöntemlerin geçerliliğini yitirdiği bir dönemdeyiz. Gelinen koşullar göz önüne alındığında gençlik örgütünün önüne bir dizi görev çıkıyor. Gençlik, faşizme karşı birleşik cephenin önemli bir bileşenidir. Buradan doğru, kendini hem faşizmin en başta gençliği kesen kurumlarına karşı konumlandırmalıdır. Tersten faşizmin saldırıları karşısında ayakta kalmayı bilen, bir rüzgar esintisinde savrulmayan, sürekliliği sağlayan bir örgüt yapısı oluşturulmalıdır.

Proleterleşmenin geldiği düzey iyi kavranmalıdır. Bu anlamıyla proleterleşen kesimlerin üretim merkezleri olan başta üniversitelerde gençlik, bir yandan kendi sorunları üzerinden mücadele ederken diğer yandan da sınıf mücadelesinin bir bileşeni olduğunu unutmamalıdır. Çünkü mücadele keskinleşmeye tüm hızıyla devam ediyor ve ara katmanlar yok oluyor. Burjuvazi ve proletarya, son olmasa bile büyük çarpışmasına yaklaşıyor. Gençlik de, bu durumu gören bir pozisyonda kendini konumlandırmalıdır.  Bunun için presendikalist üniversiter mücadele deneyimleri iyi incelenmeli, günün koşulları da hesaba katılarak sınıfsal temelde bir gençlik mücadelesi örülmelidir. 

2008 krizi ile birlikte dünyada gelişen isyanlar bağlamında kitlelerin örgütlere mesafesi aşikardır. Bunun temel sebebi ise geleneksel devrimci örgütlerdeki bürokratik bozulmalar, dönemi okumada  yaşanan körleşme ve bunun sonucu kitleyi tanıyamama, buna uygun olarak kitleye yaklaşamama, umut olacak pratiği sergileyememe vb.dir. Bu tutum ve pratikler, kitlelerde merkezsizliği, örgütsüzlüğü ön plana çıkarttı. Bu yolla daha katılımcı ve özne olabilecekleri gibi bir liberal algı oluştu. Bunu yıkmanın ve kitleye örgütlülüğün gücünü gösterebilmenin koşulu ise gençliğin sorunlarını iyi kavrayan, buna göre adımlarını atabilen bir örgütlülüktür. Özgürlüğün, örgütlü bir mücadele ile olabileceğini  gösteren ve bunu içselleştirerek yaşatan bir gençlik örgütü ancak nihai zaferin bir bileşkesi olabilir.

Kurucu özne olabilmek, gençlikte birikmiş enerjiyi, zamanı geldiğinde doğru yöne yönlendirerek, yıkacağının yerine neyi koyacağını bilerek hareket eden bir kolektifi inşa etmekten geçiyor. Bu anlamıyla gençlik örgütünün görevi, tünelin ucundaki umut ışığını gösterebilmektir. Bunun için gençlik örgütü, gençliğin dağınık, ne istediğini bilmeyen yapısına çözüm olarak siyasi tutkal görevi görmek zorundadır. Bunlar olmaksızın gençliğin biriken enerjisi ve dinamizmi kör noktalara akmaya devam edecektir.

Sonuç olarak, anlattıklarımız ancak ipuçlarını yakalamayı sağlayabilir. İpuçlarını yakalayan gençliğin yaratıcı aklı, pratikle birlikte somut görevleri önüne çıkarabilir. Gençlik örgütü, gençliğin yaratıcı aklını ve dinamizmini birleştirip, kurucu özne olma yolunda ilerlemeli, faşizme karşı birleşik cephede en ön safta yerini almalıdır.

Yarın bizimdir yoldaşlar!