Salı, Nisan 23, 2024
Röportaj

19 Aralık Hapishaneler Katliamı – Röportaj

Faşizmin en azgın saldırılarının yaşandığı yerler olarak devrimci tutsakların kaldığı hapishanelerde bugün de işkence ve ölüm haberleri gelmeye devam ediyor. Katliamcı bir geleneğe sahip TC’nin hapishane operasyonları içinde en kapsamlı ve sonuçları itibarıyla en ağırı olan 19 Aralık katliamının yıldönümünde; Gençlik Komünleri’nin ölüm orucu eylemcisi Birtan Güven ve 19 Aralık katliamının en ağır yaralısı konumundaki Hacer Arıkan’la, ölüm orucu direnişi ve F tipi hücre sistemine karşı verilen mücadeleyi konuştukları röportajı yayınlıyoruz.

Gençlik Komünleri olarak faşist devletin bugün de hapishane katliamlarına yöneldiği, devrimci tutsakların hapishanelerde katledilme haberlerini duyduğumuz bir zamanda bu sürece tanıklık etmiş ve f tipi hücre sistemine karşı direniş göstermiş devrimcilerle konuşmanın gerekli olduğunu düşündük. Bu noktada Hacer Arıkan ve Birtan Güven’le gerçekleştirdiğimiz röportajı sizlerle paylaşıyoruz.

Öncelikle kendinizden ve siyasi geçmişinizden biraz bahseder misiniz, özellikle genç yaşlarda politikleşmeniz ve devrimcilikle tanışmanız nasıl gelişti?

Birtan: Ben Birtan Güven, Bartın doğumluyum. 1970’lerin canlı siyasi ortamında devrimci oldum diyebilirim. Devrimcilik o zamanlar gürül gürül akan bir sel gibiydi. 12 Mart’ta devrimciler yenilmişler, katledilmişler ama büyük bir meşaleyi tutuşturmuşlardı. Ben de 74-75’lerde devrimci fikirler ve devrimcilerle tanıştım ve SGB (Sosyalist Gençlik Birliği) saflarında mücadeleye katıldım. 12 Eylül’de Ankara’daydım ve 1982’de tutuklanmıştım. Üç sene kaldıktan sonra tahliye oldum. Daha sonra mücadelenin farklı alanlarında çalıştım ve 1993’te de tekrar TDP örgüt üyeliğinden tutuklanmıştım.

Ölüm orucunu nasıl anlatırsınız? Bir insan niçin ve nasıl ölüm orucu yapar?

Birtan: Ölüm oruçları genellikle cezaevlerinde her türlü mücadele biçiminin tüketildiği ve başka çare kalmadığı koşullarda kişinin devrimcilerin mücadeleyi ateşlemek için kendi bedenini ölüme yatırmasıdır. Bizde dejenerasyona uğramış Son yıllarda çok sıklıkla başvurulan bir eylem biçimi olarak uygulanıyor olabilir ama ölüm orucu olağanüstü koşulların eylemi olmalıdır diye düşünüyorum.

Hacer: Ben süresiz açlık grevi ve ölüm yapan insanlarla ilk 1984 yılında tanıştım. O yıl yapılan ölüm oruçları sürecinde abim de Anadolu Cezaevi’ndeydi. Onlar da süresiz açlık grevindeydiler. Ölüm oruçları sonlandırıldığında biz de onu görüşe gitmiştik. Görüşe gittiğimiz gün onlar hala devam ediyorlardı. İçeridekilerin görüşlere gelenlerden haberleri yoktu. Görüş günü olmasına rağmen içeriye giremiyorduk. Çünkü onlar direnişteydi ve idare bizi içeriye almıyordu. Beklemek zorundaydık. İçeriye haber gitmesi gerekiyordu ki onlar direnişi bitirsinler. Uzun bir süre de bekledik. İlk gördüğüm andaki duygularımı şu an gerçekten anlatamam. Her gelen bana abim gibi geliyordu. Açlık grevinin etkileriyle birlikte birbirlerine çok benzemiş haldeydiler. Tanınmayacak halde olduklarını görünce endişe duymuştum. İlk önce o endişeyi duydum. Fakat onun kapıdan girişiyle birlikte endişemin yersiz olduğunu da anlamış oldum. Sonuçta ölüm orucu yapabilmek, açlık grevi yapabilmek kişilerin iradesiyle gerçekleşen bir şey. Buradan baktığım zaman en son direnme yöntemi olarak kullanılması gereken bir şey olduğuna inanıyorum. Çünkü hapishanedeyseniz başka bir direnme aracınız yok. Yani ne yapabilirsiniz ki? Ama kullanıldığı dönemlere baktığımız zaman, yani ölüm orucu yapıldığı dönemlere baktığımız zaman, kişilerin sadece kendi ihtiyaçlarından ziyade içerinin ve toplumun yaşam koşullarına ilişkin tecrit ve izolasyon politikalarına karşı gerçekleştirilmiştir. Onlardan sonra tutsak olacaklar için gerçekleştirilmiştir. Bu tek tip elbise direnişi olmuştur, F tipi, hücre tipi cezaevlerine karşı olmuştur vs. Yani ağırlıklı olarak bunu görebiliyoruz. Tecrit ve izolasyona karşı insanca yaşam hakkı için gerçekleşir. Çünkü insan sosyal bir varlıktır. Hücre sistemiyle birlikte bu sosyal hakkımız, kültürel yanımız elimizden alınacağı için bir şeylerin yapılması gerekir. Sadece kişilerin kendi hayatları için değil aslında orada bulunan ve ondan sonra hapishanelere gelecek olan mahkumlar için o zor koşullarda yapılan bir direniş biçimidir diyebilirim.

F tiplerinin sizin için anlamı neydi ve sizin karşı durmanızın kritikliği nereye oturuyordu?

Birtan: F tipleri; hücre sistemi, izolasyon ve tecrit demekti. O zaman Avrupa’da kullanılan bir sistemdi. Halbuki koğuş, komün sistemiydi. Bir arada olmak siyasi tutuklulara güç verdiği gibi olası devlet saldırılarını da engellemeye yarayan en etkili sistemdi. Koğuş sisteminde cezaevleri birer okul, bir direniş odağıydı. Hücre sistemiyle bu güç dağıtıldı dağıtılmaya çalışıldı ve devlet 19 Aralık operasyonu sonrası cezaevlerini yeniden dizayn etti. etmek istedi , içerdekilerin direnişini kırmaya çalıştı, ancak bunu başaramadılar.

Hacer: F tipleri veya hücre tipi cezaevleri dediğimiz zaman aslında; uygulanan politikalarla insanın yalnızlaştırılması, birbirinden koparılması, dayanışmanın engellenmesi, zihnine yönelik saldırı ve işkence akla gelmelidir. Bu saydıklarımı daha da arttırabiliriz. Ancak problem şurada: Sadece siyasi cezaevlerine uygulanacak baskıların ve getirilecek yöntem kararların aslında tüm topluma uygulanması. Böl, parçala, yönet, dayanışmayı engelle, düşünmeyi engelle, sosyal yaşantıyı ve sosyal bağlantıyı kopar… Bu yönden F tipi hücre politikası; yani bundan 22 sene önce de, ondan öncesi de uygulandığı dönemlere baktığımız zaman ülkede ekonomik krizin derinleştiği ve halkın yaşamına çok zor koşulların dayatıldığı dönemler olduğunu görürüz. Yani 1984’e baktığımız zaman 24 Ocak kararları, F tipi süreci ve içinde olduğumuz süreçteki tecrit politikaları benzer dönemlerde gerçekleşmiştir. Aslında sorunuzun cevabına şöyle cevap vermek istiyorum: Şimdi her derin ekonomik kriz sürecinde, yani dünyayı kaplayacak krizin Türkiye’ye yansımasının olduğu zaman ya da ülkede uygulanacak politikaların halk tarafından kabul görmesinin zor olduğu koşullarda bu saldırılar gerçekleşir. Nedir bu saldırılar? 24 Ocak kararlarıdır, oraya baktığımızda tek tip elbisenin dayatılmasıdır. 1996 yılına baktığımız zaman hücre tipi cezaevinin dayatılmasıdır. Direnecek olan insanların, uygulanacak olan yaptırımlara karşı çıkabilecek olan devrimcilerin susturulması çalışmasıdır. Halkla buluşmasının engellenmesi çalışmasıdır. Böyle baktığımız zaman hücre tipi sadece içeridekileri değil, tüm toplumu kapsayacak şekilde uygulanacak bir tecrit politikası olur. Yani insanların birbirleriyle dayanışması, düşünmesi, fikir üretmesi, bunu hayata geçirmesi ya da uygulanacak politikalara karşı çıkmasının engellenme çabasıdır. F tipleriyle birlikte insanlar tek başına hücrelerde olacak ya da üç kişi birlikte kalacaklardı. Fakat sosyal yaşantıları olmayacak, birbirleriyle bağlantıları kalmayacaktı. Ancak bizler sosyal varlıklarız ve bu bizim en temel, en insani hakkımız. Kültürel olarak birbirimizle paylaşmamız gerekir. Hücre tipi cezaevinden önce bizler koğuş sistemindeydik. Koğuş sisteminde birbirimizle dayanışıyor ve gelişiyorduk. Her konuda yardımlaşma içerisindeydik. Hastalandığınız zaman yanınızda bir bardak su verecek arkadaşınız var, yoldaşınız var. Koğuş sisteminin de tabii ki getirdiği zorlukları var. Buna rağmen yine de komün yaşantısı içerisinde temel ihtiyaçlarının karşılandığı, kültürel etkinliklerin yapıldığı, ideolojik olarak geliştiğimiz ve bir sosyal insan olarak bir arada olmanın verdiği bir güç vardı. Dayanışmanın verdiği bir güç… Peki hücre tipi ile planlanan neydi? Bu saydıklarımın ortadan kaldırılmasıydı. Hem içeride hem de dışarıda… Sizin tek başınıza kalmanız ve düşünemez hale gelmeniz, dışarıyla iletişim halinde olmamanız ya da içeride bir başka ses duyamamanız demekti. Bunu düşündüğümüz zaman ne kadar zor koşulların oluştuğunu görmüş oluyoruz. Hapishanelerde uygulanan bu yöntemle direnme kültürünün aslında topluma yansıyan yanının engellenmesi ve “Siz düşünürseniz, direnmeye kalkarsanız, bizim politikalarımıza karşı durursanız; sizleri hapishaneye koyar, üzerinize tek bir kapı yapar ve sesinizi duyulamaz hale getiririz.” mesajını vermek hedeflendi. Toplum üzerinde yaratılmak istenen bir korku politikasıyla, korkunun hakim olduğu bir yönetme şeklinin hayata geçirilmesiydi F tipi cezaevleri. Bunun olmasını engellemek için de bir şeylerin yapılması gerekiyordu. F tipinin tecrit ve izolasyon politikalarına karşı sadece hapishaneler için değil, ülkenin bu şekilde yönetilmesine karşı durmak gerekiyordu diyebilirim. Hücre tipi cezaevlerinde 20-30 senedir hücrede olan insanlar var. Tek başlarına hücrelerde olan, başkalarıyla konuşması engellenen, tek slogan attığınız için elinizden ziyaret hakkının alındığı koşullar var. Kalemin rengi kırmızı olduğu için, yeşil olduğu için yazması engellenenler var. Okuyacağınız kitap sayısının sınırlandırılması var. Hastaysanız doktora ulaşma hakkınızın elinizden alınması var. Bunları daha da arttırabiliriz. Yani haklarımız ve tüm toplumun hakları için F tipleri ve ona karşı durmamız son derece kritikti.

1996 ölüm orucu ve 2000’de gelişen süreç ile arada bir süreklilik olduğundan bahsedebilir miyiz, benzer ve farklı yönleri nelerdi?

Birtan: 1996 ve 2000 süreçleri hakkında kafamda belirsiz bir fotoğraf var ve bunların karşılaştırılması bana zor geliyor. Ben 2000 sürecinde dışarıdaydım, başka arkadaşlar bu konuda daha doğru şeyler söyleyebilirler. Ölüm orucu eylemi dünyanın başkaca ülkelerinde de siyasi tutukluların başvurduğu bir eylem biçimi. Ancak içeride veya dışarıda ölüm orucu eylemine başvurmadan önce denenecek başkaca eylem biçimleri, direniş yöntemleri de var. Ölüm orucu bence en son aşamada başvurulacak bir eylem biçimi olmalı. Yapılacak başkaca bir şey kalmadığında açlık grevi veya ölüm orucu olmalı. Bizde çok sıklıkla başvurulan bir eylem biçimi oldu. Özellikle 2000 yılında ve sonrasındaki 7 yıl boyunca devam etti. Çok sayıda insan yaşamını yitirdi, yüzlercesi benim gibi sakat kaldı, hafızasını yitirdi. Ölüm orucu eylemi dışarıyla bağı güçlendirerek, dışardan desteklenerek devam etmediği sürece etkisini yitirir. Aynı şekilde sürekli başvurulan bir eylem biçimi olduğunda da etkisi kalmaz. Bizdeki ölüm orucu eylemleri hem çok uzun sürdü hem de çok kayıplar verildi.

Hacer: 1996 yılında yapılan ölüm orucu, tecrit ve izolasyon politikasına karşı yapılmış ölüm orucuydu. Tabutluk olarak adlandırılan Eskişehir Özel Tip Cezaevi’ne karşı yapılmış bir ölüm orucuydu. Aslında o dönem başlayan süreç 2000’de de devam etti. Şu anda da devam ediyor. Yani şu anda da tecrit ve izolasyon politikası aynı biçimde gelişerek veya biçim değiştirerek tüm hapishanelerde uygulanıyor ve buna karşı da içeride bulunan tutsaklar direnmeye devam ediyorlar. Yani direniş bitmiş değil. 1996’da direnen insanların sayesinde katliama varmadan sonlandırılmıştı. Ancak 2000 yılına geldiğimiz zaman almak istediklerini almayı daha vahşice isteyerek ve vahşice uyguladıklarıyla yapmak istediklerini hayata geçirdiler. 19 Aralık’ta bir katliam gerçekleştirdiler. Nasıl gerçekleştirdiler? 20 cezaevine aynı anda operasyon yaparak koğuş sisteminde olan ve bu uygulamaya karşı direnen insanları işkenceyle yaralı bir şekilde ve ölümlerin olduğu bir uygulamayla, katliamla insanları bitmemiş cezaevlerine, bitmemiş hücrelere koydular.

Benzerlikleri vardı elbette. O dönemde aynı uygulamaları ve hedefleri vardı. Fakat 2000 yılına geldiğimizde bu acımasızca bir katliama dönüştü. 1996 ölüm orucunda yaşadıklarımıza baktığımız zaman, ondan sonraki dönemi de değerlendirdiğimizde aslında devrimcilere ve tüm topluma karşı 2000 yılının hazırlanması olarak okuyabiliriz. Tüm cezaevi katliamlarına baktığımızda da bu böyle. Buca katliamı, Ümraniye, Burdur, Diyarbakır, Ulucanlar… Yani bir tek 1996’da olanlar değil, cezaevlerine saldırıların süreklilik kazandığı süreçlerin sonucunu; 2000 yılında hepsinin vahşice uygulanmasında gördük. 2000 yılından günümüze kadar geldiğimiz zaman da bu politikalarını hala hayata geçirmeye çalıştıklarını, uyguladıklarını ama tutsakların buna karşı halen direnişlerini bırakmadan devam ettiklerini görüyoruz. Bugün hapishanelerde politik yanı güçlü olan insanların içeride dimdik ayakta durmaları, direnmeleri sayesinde; kişiliklerini ve kimliklerini koruyarak bizlere umut olmaya devam ediyorlar.

O süreçte cezaevleri dışındaki hava nasıldı ve sizde nasıl bir atmosfer yaratıyordu?

Birtan: 96 ölüm oruçları döneminde hatırladığım siyasi atmosfer çok canlıydı. Her gün eylemler, mitingler ve gösteriler oluyordu. Devrimci örgütler, insan hakları örgütleri çok aktifti. Hele ölümler başlayınca bu aktiviteler eylemlilikler daha da arttı diye hatırlıyorum. Ama 19 Aralıkta çok büyük bir katliam olmasına rağmen, ilk zamanlarda tepkiler olsa da sonrasında azaldı. Devlet onlarca devrimciyi katlederek, yüzlercesini yaralayarak devrimci hareketi tasfiye etmeye çalıştı. Operasyondan sonraki süreçte yaşanan ölüm orucu eylemleri de çok uzun sürdü, çok kayıplar verildi. Bu durum da maalesef devrimci örgütler tarafından yeteri kadar tartışılmıyor.

Hacer: Başta ailelerimiz olmak üzere devrimciler ve sivil toplum örgütleri; F tipi hücre, tecrit ve izolasyon politikasına karşı eylemlilikler içerisindeydi. Yürüyüşler, toplantılar, oturma eylemleri yapıyorlardı. O dönem hatırladığım görüntülerden biri Ankara’daki oturma eylemine polisin köpeklerle saldırması. Analarımızın, ailelerimizin bizlerle dayanışmasını, bizim sesimiz olmasını engelleme çabalarıyla yerlerde sürüklenmesi ama buna rağmen sonuna kadar sahip çıkmaları, direnmeleri ve “sizleri hücrelere attırmayacağız” diyerek seslerini yükseltme çabalarını hatırlıyorum. Evet, onlar sonuna kadar bizlere direnerek sahip çıktılar. Sesimiz olarak, sesimizi duyurmaya çalışarak sahip çıktılar. Öyle baktığımız zaman aslında ailelerimizin yaşadıkları yani biz içeridekilerden o zor koşullara rağmen direnmeye devam etmeleri olmuştur. Dört duvar arasındaysan, elin kolun bağlıysa yapılacak olan şeylere karşı sadece bedenin var. Ama dışarıda ailelerimiz, yoldaşlarımız, sivil toplum örgütleri bizim sesimizi duyurmaya çalıştılar, eylemlilikler gerçekleştirdiler. Son ana kadar da, 19 Aralık operasyonun başladığı anda da cezaevlerinin önünde oldular, evlatlarını yalnız bırakmadılar.

Saldırı gününün ağır bir tanığı olarak 19 Aralık gecesini anlatabilir misiniz? O gece neler oldu ve siz ne hissettiniz?

Hacer: Operasyon başladığında uyuyordum ve silah seslerini duyarak uykudan uyandım. Hazırlandık. Tavanlar delinmişti. Mazgallara, çatılara, tavana askerler yerleştirmişlerdi. Bomba atmaya, silahla taramaya başlamışlardı. Hepimiz, 27 kadın tutsak; elimizden geldiğince çıplak elle ya da orada bulunan giysilerimizle, eşyalarla atılan bombaları camdan dışarıya, havalandırmaya atmaya çalışıyorduk. Arkasından nefes alamaz, orada duramaz hale geldiğimizde çıkmak istedik. Çıkmak istediğimizdeyse çıkış noktamızı yaktılar ve oraya bir madde bıraktılar. O maddenin halen daha ne olduğunu bilmiyorum. Biz o bırakılan maddeyle birlikte yandık. Aslında 27 kadın tutsağı yakmak istediler ama biz birbirimizin hayatını kurtararak dışarıya çıkmayı başarabildik. 6 arkadaşım, 6 yoldaşım içeride kaldı. Yani ben çıkartıldığım zaman ölen arkadaşlarımız olduğunu biliyorduk. Ben tek başıma çıkamadım, başaramadım. Bir arkadaşım beni içeriden aldı. Bir başka arkadaş merdivenlerden indirdi. Yani birbirimizin hayatını kurtardık. Hiç unutmuyorum, indirildiğim zaman tabii ki acıyı hissediyordum. Havalandırmada su birikintisini görmüştüm. Ona doğru gitmeye çalıştım. Havalandırmada, su birikintisi içerisinde bombaların da olduğunu düşününce kendimi bıraktım. Yani aslında alev yoktu ama yine de yanmanın etkisini azaltır diye düşünmüştüm. Yukarıya çıkamadığım anlarda öleceğimi düşündüğüm için “ölüm hoş geldin, sefa geldin” deyip ölümü karşıladım ama arkadaşım beni dışarıya çıkarttığı zaman sonuna kadar direnmek istedim. Yaşama, hayata bağlı olarak, sadece yaşadığımız gerçeklikleri anlatabilmek için yaşamak istedim. Sonrasında hastane süreci başladı. En son basına çıkan fotoğraf vardı, kadınlar koğuşunun etrafını askerlerin sarmış olduğu fotoğraf. O fotoğraftan sonra sürüklenerek cezaevi hastanesine oradan Haseki ve Haseki’den sonra Cerrahpaşa’ya gönderildim. Uzun süre Cerrahpaşa’da tedavi gördüm. Ağır yanık olduğumu anladığımda hayata tutunmanın çok zor olduğunu düşünmüştüm. Bursa cezaevinde olan abim tecrit ve izolasyon politikasına karşı ölüm orucundaydı ve o zaman bilmiyordum oralara da operasyon düzenlendiğini. Bayrampaşa Cezaevi’nde birlikte olduğum diğer abimin öldüğünü düşündüm ve dolayısıyla yarım bir insan olsam da işte ben yaşamalıyım, aileme, herkese gerçeği anlatmalıyım, öleceksem de gerçeği anlattıktan sonra ölmeyim dedim. Yaşama böyle bağlı kaldım. Daha sonradan öğrendim ki operasyon başladığı andan itibaren İstanbul’daki aileler cezaevi önüne gelip evlatlarını korumaya çalışma çabaları sırasında sürüklenerek gözaltına alınmışlardı. Benim ailem operasyona Bursa Cezaevi’nde tanık oldular. Çünkü abimi ziyarete gitmişlerdi. Ondan sonrasında da Bayrampaşa’da yapılanları öğrendiklerinde, hiç ara vermeden abimin nereye götürüldüğünü öğrendikten sonra İstanbul’a geçip bizleri aramaları, diğer ailelerin de yine aynı şekilde evlatlarına ulaşma çabaları onlar için çok zorlu bir süreçti. Yani bizler için de zordu elbette ama dışarıda olan insanlar için çok daha zorlu bir süreç yaşandı.

Devletin bu katliamı “hayata dönüş operasyonu” diye adlandırması çok manidar ama birçok devrimci bakımından da acı bir gerçekliği var. Bu operasyondan sonra birçok tutsağın hayatı değişti ve çoğu kişi yeniden hayata başladıklarını söylediler. Yeniden hayata başlamanın anlamına değinebilir misiniz, bu yaşananlardan sonra yaşama nasıl geri tutunabildiniz?

Hacer: Devletin bu katliamı “hayata dönüş operasyonu” diye adlandırdığını ilk duyduğumda güldüm. Gerçekten büyük bir ironi. Bizi ölümün sınırına kadar götürdüler ve biz bizi yok etmek isteyenlere karşı direnerek hayatta kalmanın yolunu seçtik diyebilirim. Benim de hayatım değişti. Sonuçta 19 Aralık’la birlikte eskiden yapabildiğim şeyleri yapamaz hale geldim. Ellerimi kullanamaz, yürüyemez hale geldim. Ne diyelim? Yeniden, yeniden, yeniden… Hani bir çocuk gibi önce yürümesini sonra konuşmasını ve yemek yemesini öğrendim desem yeri var. Her şeyi sil baştan, insanoğlunun ilk başladığı gibi öğrendim ve halen daha üzerinden yirmi iki sene geçmesine rağmen tedavilerim devam ediyor. Ölüm ve yaşam arasındaki sınır… Daha ne diyeyim? Havalandırmadaki o bombaların arasında kendimi bıraktığım zaman vücudumun ağır bir şekilde yandığını anlamıştım. Ama bu yanış alevli bir şekilde değil, sadece acıyan noktalarından hissettiğim bir şeydi. İşte başımın yanması, gözlerimin kapanıp artık çevreyi göremez hale gelmem dolayısıyla yüzümün yandığını anlamam ve bunun asıl cezaevi hastanesine götürülünce doktorlar aracılığıyla kesinleşmesi… Ölüm riskimin ne kadar yüksek olduğunu söylediklerini hatırlıyorum ve sonrasında bilincim gidip geldi. İlk kendime geldiğim zaman pansuman yapılan yerlerden yanan bölgelerimi öğrendim. Sonrasında ayağa kalkamaz hale geldim. Kendi ihtiyaçlarımı karşılayamaz durumdaydım. Sonuçta evet ölümle yaşam arasında tercihte bulunduğum bir dönemdi ama ölümü hiçbir zaman seçmedim. Çünkü yaşamalıydım. En azından aileme diyebilmeliydim. Ben kendimi yakmadım, yakıldım. Bunu açıklamalıydım. Kadınlar koğuşunda yaşadıklarımızı anlatabilmeliydim. Bunları anlattıktan sonra ölmeliydim. Ama ne oldu? Bana ailemi göstermediler. Ölümümü onlar beklerken ben her sabah kontrole geldiklerinde yarın görüşürüz dedim, içimden tabii ki ve sonuçta bir şekilde bu gerçekliği anlatabilmek için yaşama tutundum. Halen hayattayım. Yani şunu da söyleyebilirim. Ne olursa olsun gülmeyi başarmalıyım. Hayata gülümseyerek tutundum desem yeri var. Hastane odasında tek kaldım ama yalnız değildim. Ailem yanımdaydı, sevdiklerim oradaydı. Bedensel olarak yanımda olmasalar da manevi olarak onlar her zaman yanımda oldular. Bana güç verdiler. Yaşamalısın dediler. Ben de buna sarıldım. Yani sevdiklerime sarıldım.

Tedavi sürecinizi ve cezaevinden çıktıktan sonra aradan geçen 20 yılı biraz anlatabilir misiniz?

Hacer: Dışarıya çıktıktan sonra Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın yardımıyla çeşitli doktorlara yönlendirildim. Hastanelerde tedavilerimi oldum. İşte burnum yoktu. Türkiye’deyken silikon burun yaptırdım. Ellerimde yanık vardı. Parmaklarımın tedavisini orada gördüm. Parmaklarım şekil olarak varlar da kullanım olarak biraz problemliler onlardan birini kaybettim. Yani hepsi de kullanabilecek durumda değil. Bunların tedavilerini Türkiye’deyken gördüm. Başım ve yüzüm çok kötü yanmışlardı. Hepsine birlikte bakarsak burun ameliyatım ilk Türkiye’deyken yapıldı. Daha sonra Almanya’ya geldim, deri nakliyle omzumdan alınan bir dokuyla bana burun yapıldı. Protez ameliyatımı da Almanya’da oldum. Başımdaki yanık çok ağır olduğu için orada tedavilerim devam ediyor. Kafatasımda da problemler var. Kaç ameliyat geçirdim şu an ben de bilmiyorum. Sayısını unuttum desem yeri var. Saymıyorum artık. Yürüyemez durumdayken şu an yürüyebiliyorum. Türkiye’deyken kalçam ve dizlerimdeki problemlerden kaynaklı olarak tam yürüyemiyordum. İlk dönemleri, koltuk değnekleriyle ayağa kalkma çabasıydı. Bir bebek nasıl emekleyip ve ayağa kalkıp yürüyorsa aynı aşamaları ben de geçirdim. İşte ellerim yanık olduğu için kaşık dahi tutamıyordum. Çalışmalarla, yapılan ameliyatlarla yavaş yavaş kendim yemek yemeye başladım. Ben konuştuğumu sanıyordum. Konuştuklarımın anlaşıldığını sanıyordum daha doğrusu. Anlaşılmadığımı da daha sonradan öğrendim. Tedavilerim halen daha devam ediyor ama baktığımda iyiyim, sağlıklıyım diyebilirim. Bunu şu yüzden söylüyorum yanık bölgeler için kullanılan greft metoduyla yani başka sağlıklı bölgeden alınan derilerle yanık bölgelerim kapatıldı. Sonuçta kendi vücudumu kendim onarabilecek deri bulunabildiği için kendimi şanslı görüyorum. Başım, yüzü, gözüm hep başka yerlerden deri nakilleriyle tedavi edildi.

Yine bugün de devletin cezaevlerine yöneldiği ve tutsaklık koşullarının çok kötü olduğu, devrimci tutsakların işkencelerle öldürüldüğü bir süreçteyiz. Belki de yeni bir katliam hazırlığının da eşiğindeyizdir. Hapishane ile dışarısı arasındaki bağın koparılmaya çalışıldığı bir düzlem gelişiyor. Sizce faşist devlet toplumsal olayların geliştiği süreçlerde ilk olarak neden cezaevlerine yöneliyor ve biz ne yapmalıyız?

Birtan: Cezaevlerinde kalan devrimciler her zaman devletin hedefinde oldu. Dışarıdayken de öyle içeride de öyle. Cezaevlerine yönelik saldırıların siyasal, ekonomik kriz dönemlerine denk gelmesi tesadüf değil. Kriz dönemlerinde toplumsal mücadeleye öncülük edenlere ya da edecek olanlara saldırmaları gerekiyor. Özellikle de örgütlü mücadelenin içinde olanlara. Bu yüzden içeriyle dışarının bağını kurarak yapılacak bir sürü çok şey var. İşin özü cezaevleriyle birlikteliği koparmamak, içerdekilerle dayanışmayı güçlendirmek gerekiyor. gibi geliyor bana.

Hacer: Son yirmi yıldır ülkenin durumuna baktığımız zaman aslında bir korku imparatorluğu vardı. 19 Aralık’ta başarmak istedikleri neydi? Direnen hakkını arayan bir toplumun olmaması. Yani verilene biat eden, boyun eğen, ne kadar zor koşullar altında yaşanması isteniyorsa o şekilde yaşamaya devam eden bir toplum yaratmaktı. Ama işte Gezi direnişine baktığımızda o dönemden itibaren uzun süren bir toplumsal sessizliğin aslında ses vermeye başladığı, filizlendiği, yeniden güç bulduğu bir süreç yaşadık ve yaşamaya da devam ediyoruz. Toplumsal olaylar bu nedenle halkın hak alma bilincinin gelişmesi ve dayanışmanın güçlenmesi bakımından çok önemlidir. Dayanışmanın güçlendiği, insanların birbirlerine sahip çıktıkları zamanlarda korku imparatorluğunun etkisinin kırıldığı ve eylemliliklerin artarak insanların daha güçlü bir yöne doğru ilerlediklerini görüyoruz.

Cezaevleri her dönem bir direniş mevzisi olmuştur. Çünkü hangi koşullarda olursa olsun, tutsaklar hücrelerde de kalsa direniyorlar. Yirmi iki senedir hücrelerde yaşayanlar var ve halen direniyorlar. Baktığımız zaman hemen hemen hepsi işkence görüyorlar, hastalar, tedavileri yapılmıyor, ölümle yüz yüzeler ya da bir slogan attıkları için cezalandırılıyorlar. Yani mantık aramamak gerekiyor. Mantık aradığımız zaman onun cevaplarını bizler veremiyoruz. Çünkü o kadar mantıksız kararlarla uyguluyorlar ki buna rağmen direnen, halen dışarıya güç veren, umut olan bir yer hapishaneler. Bu noktada da saldırının odağı oluyorlar. Topluma temelde verdiği mesaj ne? İşte direnirseniz ben sizi hücrelere atarım, ömür boyu hücrelerde kalırsınız. Sesinizi de kimseye duyuramazsınız. Bu yüzden bizim dediğimizi yapın. Tabi buna karşı durabilmek için de dayanışmanın artması çok önemli, sahiplenmenin daha da genişlemesi ve sesin çok daha güçlü çıkması gerekiyor. Haykırmak gerekiyor her kesimde. Bunu sadece cezaevleri olarak demiyorum. Toplumun her kesiminde bu gür sesin artık çıkması gerekiyor. Ekonomik krizin günlük yaşantılarımıza etkilerini artık herkes çok derinden hissediyor. İnsanların alım gücü tamamen azalmış durumda ve temel ihtiyaçlarını bile çalıştıkları halde karşılayamaz haldeler. Yani toplumun her kesiminde bu gür sesin artık çıkması gerekiyor.

Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Hacer: Yaşamın kendisi bir direniştir, mücadeledir. Attığımız her adım sonuçta yarınlarımıza umut, yarınlarımız için döşenen temel taşlardır. Çünkü her zor döneme umut olan her zaman gençlik olmuştur. Öyle değil mi? İyi ki varsınız.