Cumartesi, Nisan 27, 2024
Ana SayfaRöportajSeçtiklerimizYayınlar

19 Aralık Hapishaneler Katliamı’nın canlı tanığı: Mustafa Yaşar I Röportaj

Dersim’den Maraş’a, Çorum’dan Sivas’a, Ulucanlar’dan 19 Aralık’a ve Roboski’ye, faşist devlet katliamlarla dolu bir tarihe sahip. Faşist devlet, kendi gerçekliğinin farkında olan ve kendisine karşı direnen, baş kaldıran ve hatta kendisini alaşağı eden, Kürdistan’dan Türkiye’ye bu toprakların her bir parçasına karşı acımasızca saldırdı. Devlet saldırdıkça karşısında ona karşı direnen devrimcileri gördü. Hayattan koparabildiğini kopardı, koparamadığını zindana tıktı. Faşist devlet, zindanlarda bile boyun eğdiremediği devrimcilere karşı 19 Aralık’ta, tarihin en kanlı katliamlarından birini gerçekleştirdi. Gaz bombası ve kimyasal silahlarla, 30 devrimciyi hayattan kopardı. 19 Aralık’tan bugüne devletin cezaevlerine yönelik saldırıları, tutsaklara yönelik işkenceleri devam ediyor. Gençlik Komünleri olarak, 1996 ölüm orucu direnişinde Bursa’da ve 19 Aralık Katliamı’nda Gebze Cezaevi’nde tutuklu bulunan, Nefer Kitabı’nın yazarı Mustafa Yaşar ile yaptığımız röportajı sizlere sunuyoruz.

İlk olarak mücadeleyle tanışma hikayenden ve örgütlendiğin zamanın koşullarından bahsedip o zamanın koşulları ve devletin o zamanki baskısıyla bugünkü durumu karşılaştırabilir misin?

1976 yılı, bir fabrikada çalışıyordum. Siyasal anlamda hiçbir bilgim yoktu çünkü tam bir tutucu ve İslamcı bir aileden geliyordum. Ancak fabrikada çalışırken emek sömürüsünün ne olduğunu biraz fark ettim. Oradan da ilk olarak gittiğim yer o zamanki ismiyle Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’ydi (TSİP). Yeniler için, gençler için broşürler vardı, o broşürleri okuyarak başladım neyin ne olduğunu öğrenmeye. 1977’nin 1 Mayıs’ı benim için bir dönüm noktası oldu. O katliamı yaşayanlardan bir tanesi benim ama yara almadan kurtulanlardan biriyim. Daha sonra sendikaları öğrendim, girdim fabrikalarda örgütlenmeye başladım. 1978-1979 yılları arasında o dönemin Türk İş’in kalesi Tekstil-İş’e bağlı bir fabrikaya girdim. Orada örgütlenmek için uğraştık. 1978’de TSİP’te bir ayrılık oldu, benim değer verdiğim önemsediğim, abilerim diyebileceğim insanlar bir gece içerisinde partiye gelmemeye başladılar. Soruyorum açıklamıyorlar da ben de o zamanlar örgütlenmeye çalıştığım fabrikalarla uğraşıyordum. Behice Hanım’ın İşçi Partisinde halamın oğlu vardı, onun vasıtasıyla TSİP’i bıraktım ve TİP’e geçtim. Zaten fabrikayı da orada örgütledik, işçi partisinde kurduğumuz komsomollarla. 1979’un sonlarında da askere gittim. Askerde 3 aya yakın gözaltına alındığım için beni askeri cezaevinde tuttular. 23 ay askerlik yaptım yani.

Dün devletin saldırıları vardı yer yer ama biz o saldırıları göğüsleyebilecek boyuttaydık. Örneğin yazılamaya, afiş asmaya çıkardık ama silahlı korumalarımız olurdu. Yani devlet geldiği zaman çatışırdık. Bazen devlet bakardı yazı kimin diye, radikal bir örgütünse hiç bize bulaşmadan çeker giderdi. Ama yasal partilerinse yazılar, onları gözaltına alırdı. O zamanlar hepimiz o duyguyu yaşıyorduk “Yarın devrim olacak!” gençler öyle bir havaya girmişti ki mesela evlenecekler, nasıl olsa yarın devrim olacak devrimden sonra evleniriz diyorlardı. Böyle bir ortamdı o zamanlar. 1979’un 1 Mayıs’ı Ruhi Su’nun söylediği gibi “500 bin emekçi vardı”. Hakikaten alana insanlar sığmadı, bir ucu Haliç Köprüsünde diğer ucu Beşiktaş Stadının orada, geri kalanlar da içeride hıncahınç doluydu. Bugünse eylemlere, gösterilere, basın açıklamalarına bakıyoruz 50-100 kişi gelince iyi bir sayıydı diyoruz. O da ayrı bir taraf.

Silahlı korsan gösteriler olur, devlet saldıramazdı. Herhangi bir basın açıklaması herhangi bir miting olunca saldıramazdı. Ama bugün 3 kişi bir araya gelince hemen gözaltına alıyor. Yani dünkü koşullarla bugünkü koşulları karşılaştırmak mümkün değil. Tabi bunun toplumsal nedenleri var. Bir, örgütlerin kendilerini epey geriye çekmeleri, epey zayıflamaları. Dünkü gibi insanları harekete geçiremiyorsun. Bugün polisin bulunduğu her alanda insanlara kendi kanunları, kendi yasalarına dahi dikkat etmeden saldırabiliyor. Bunun en somut örneği Cumartesi Anneleri/İnsanları. Garo Paylan’ın da olduğu o zaman gaz bombası, plastik mermiler atılmıştı, sonra aylarca Galatasaray meydanı kapalı kaldı. Ama Cumartesi Anneleri inatla her hafta gitti, cop yedi bazen, bazen yerlerde sürüklendiler, her hafta göz altına alındılar. 15-20 tane insan gözaltına alınıyor her hafta. Buna rağmen Cumartesi anneleri yılmadı, en son kısmi de olsa bir konsensüs sağlandı. Şimdi 12 kişi gidiyor, karanfilleri bırakıyor ama meydana hala giremiyorlar. Meydan Nazi kampı gibi demirlerle çevrilmiş giremiyorlar. O bariyerlerin önünde basın açıklamalarını okuyorlar. Yani bu devlet, bugünkü koşullarda Cumartesi annelerine dahi göz yummuyor ama biz o meydana girmesini de biliriz. Başka yolu yok.

19 Aralık sürecinin öncesinde 96 ölüm oruçları süreci yaşandı. Çok sayıda şehit verdik. Sonrasında Ulucanlar Katliamı yaşandı. Bu dört yıllık süreçte devrimciler 19 Aralık’a nasıl hazırlandı?

Önce 96 ölüm oruçlarını anlatayım. Eskişehir’de tabutlukların açılmasıyla ilgili başladı. Orada on iki siper yoldaşımız yaşamını yitirdi. Birçoğu da wernicke korsakof hastası oldu. Şimdi hepsi yaşamını tek başına idame ettiremeyecek durumdalar. 19 Aralık’a gelmeden önce 99 yılında Ulucanlar katliamı gerçekleşti. Ulucanlar’da da çok fazla işkence yapılarak katledildi insanlar. Çok iyi tanıdığım, asıl ismi Nevzat bilinen ismiyle de Habip Gül, ağır işkencelerden geçti. Onlarca insanı katlettiler, onlarcasını da sakat bıraktılar. Aslında 99 Ulucanlar katliamı 19 Aralık’ın provasıydı. Devletin ağzından da bunu sıkça duyduk, “Cezaevlerini böyle bırakmayacağız.”

19 Aralık’a gelince, biz devrimciler cezaevlerindeki imkanlarımız ölçüsünde böyle bir saldırı olacağını bekliyorduk ama ne zaman olacağını bilmiyorduk. İmkanlarımız ölçüsünde dedim ya, örneğin Ulucanlar’da gaz bombaları kullanılmıştı, gaz bombalarına karşı ne yapabileceğimizi düşündük. Pedlerin içine karbonla kömür koyup bulunduğumuz yerlere onları koyunca en azından gaz bombalarının etkisinden kurtuluruz dedik. Çok fazla da işe yaramadı. Onun dışında elimizde ne varsa onlarla hazırlandık. Bir boru vardı, boruyu söktük ve bekledik. Zaten düzenli nöbet sistemimiz vardı, o sisteme göre hareket ediyorduk, bekliyorduk. O gün geldi yirmi cezaevine de saldırı oldu. Belki en hafif atlatan cezaevlerinden birisindeydim. Gebze cezaevindeydim o zaman. Ama en hafif derken de şöyle, kapılardan pencerelerden koğuş içerisine yüzlerce gaz bombası attılar. Şu an dönüp bakıyorum, biz o gaz bombalarının içinde nasıl ölmedik, bunun yanıtını veremiyorum. Atılan gaz bombalarını suyun içerisine sokup etkisizleştirmeye çalışıyoruz. Daha sonra o da yetmedi. Her koğuşun, her koridorun başına barikatlar kurmuştuk. Ama barikatlar da yetmedi, üst koridordan duvarları delerek koğuşlara girdiler. Orada da kısmi bir müdahalemiz oldu ama artık mecalimiz kalmamıştı. Sonra bizi etkisiz hale getirdiler, ondan sonra da gittiler sabaha karşı. Saldırı ve direnişi en hafif atlatanlardan biriydik. Saldırı ve direniş diyorum çünkü katliama karşı boyun eğmeyip sürdürdüğümüz bir direniş vardı.

Şunu da söyleyeyim. Yıllar sonra tahliye oldum, o zamanlar taksim meydan eski meydandı şimdiki gibi beton değil. Köşede bir PTT vardı, izliyordum. Tarlabaşı’ndaki ışıkların oradaki bir gruba polisler gaz bombası attı. Oraya atılan gaz bombası arada beş altı yüz metre mesafe olmasına rağmen bana geldi ve inanılmaz etkilendim. Dışarıda atılan bir tane gaz bombasından bu kadar etkilenirken, bize içeride attıkları yüzlerce gaz bombasından biz nasıl ölmedik bunu soruyorum yani.

O dönem cezaevi dışındaki devrimcilerin, içeriye desteği nasıldı? Bir bağdan söz edilebilir miydi, onların mücadelesi içeriye destek veriyor muydu?

1996’daki eyleme kitle örgütleri, aileler, en reformist dediğimiz partiler dahi yoğun bir destek içerisindeydi. “İçeride dışarda hücreleri parçala!” sloganı o zaman çıkmıştır. Dışarıdaki kitle örgütleri, çeşitli devrimci örgütler -grup ayrımı yapmadan-, özellikle ailelerimiz mümkün olduğu kadar her türlü eylemin içerisine girdiler ve 96’da öyle başarılı oldular.

2000’e gelene kadar devlet, kitle örgütlerini büyük oranda teslim aldı. Yani 19 aralık katliamı ve direnişi döneminde cılız sesler çıktı. Ailelerimiz bazı hamleler yaptılar ama onlar da yeterli olmadı.

19 Aralık gününü daha fazla açabilir misin?

Hepimiz ayaktaydık ve nöbetleşe uyuyorduk. Ek olarak da koridorda, koğuş kapılarının önünde nöbetçilerimiz var ve oralara barikat kurmuştuk. Önce koğuşun içerisine çatıların arasından yüzlerce gaz bombası attılar, gaz bombaları bizi etkiledikten sonra hiç barikatlarla uğraşmadan duvarlara delik açarak içeri girdiler.

Bu operasyondan sonra birçok tutsağın hayatı değişti ve çoğu kişi yeniden hayata başladığından bahsetti. Yeniden hayata başlamanın anlamından bahsedebilir misin? Yaşananlardan sonra hayata nasıl geri tutunabildiniz? Devlet bu operasyona “Hayata Dönüş Operasyonu” dedi, gerçekten bu hayata dönüş operasyonu muydu?

En sondan başlayayım. Bir “hayata dönüş”  insanımızın canını aldı. İlk saldırıda bizim cezaevi hariç her cezaevinde ölümler oldu, sakat kalanlar oldu. Bu nasıl hayata dönüş? İki sadece tutsakların değil ailelerimizin da yaşamı değişti. Çünkü şu an derneğin (Warnicke Korsakoflular Dayanışma Ağı) ulaşabildiği Türkiye’de 370 tane bu hastalıklarla uğraşan insan var. Avrupa ülkelerinde ise 170’in üzerinde insan var. Birçoğuyla da birebir görüşüyoruz. Dernek sayesinde elimizden geldiğince yoldaşlarımızın yanında olmaya çalışıyoruz, bazılarıysa aileleriyle birlikte yaşıyor. Ulaş diye bir yoldaşımız var, Balıkesir’de yaşıyor. Yürüme ve hafıza engelli, köylü bir ailenin yanında kalıyor. Biz ona yardım ediyoruz ancak bu hastalıklar düzelmeyecek hastalıklar. Bir daha kendi başına hareket edemez. Başka bir ölüm orucu gazimiz de aynı şekilde, tek başına bir yere gidemez, tek başına hareket edemez. Yanında illa ki bir refakatçisi olmak zorunda. Onun için sadece direnişçiler etkilenmedi, aileler de etkilendi. Üç, hayata tutunmak. 350 gün ölüm orucunda kaldım, adli tıp kararıyla çıktım. Burada insan iradesini görebiliyorsun. O zaman diyordum ki hiçbir zaman yatağa düşmeyeceğim, sayımda geldiklerinde hep ayakta olacağım. Sabah kalkardım beş litrelik su ve limon ayarlardım. İçebildiğim kadar limonata ve çay içerdim. Bunlar bitmeden yatmayacaksın derdim kendime ve bitirmeden de yatmazdım. Dışarıya çıktım, o zaman 28-30 kilo civarındaydım. Hafıza yok, kendi yeğenimi tanımıyorum. Tek başıma yürüyemiyorum. Bir aya yakın ayağa kalkarken çok zorlandım. Sonra kendi kendime bu böyle gitmez dedim. Yavaş yavaş belirli adımlarla yürümeye başladım. Uzun bir süre böyle devam etti. Sonra bir gün yeğenimle birlikte taksime çıktım ama ürküyordum. Arabalardan, insanlardan, kalabalıktan. Arkadaşlarla birlikte buluşup sohbet ettik. Birkaç gün böyle yeğenimle gidip geldim sonra kendim gitmeye başladım. Sonrasında epey toparladım. TİHV, ölüm orucundan çıkan arkadaşlarla ilgileniyordu, hala daha ilgileniyor. TİHV gözetimi altında tedavim sürdü ve sürüyor. 2004’e kadar böyle devam etti. İki yıl sonra artık il dışına çıkmaya başladım. Adana Çukurova’ya gittim, oradaki arkadaşları buldum. Eskiye ait hafızam var hatırlıyorum ama yeni hafızada sorun çıkıyor.

19 Aralık’tan bugüne cezaevlerinde birçok direniş yaşandı ve hala da yaşanıyor. Devletin tutsaklara özellikle de hasta tutsaklara baskısı da artarak devam ediyor. Tecrit koşullarını artırmaya devam ediyor. Yeni ve F tiplerinden daha ağır. Devlet 19 Aralık’ta istediğini alamadığı için mi bu saldırılarını sürdürüyor?

Bir yönüyle böyle ama tamamen de buna bağlamamak lazım. Onlarca hasta tutsak var, kendi başına yaşamını idame ettiremeyecek tutsaklar var. Bu devlet intikamcı bir devlet. Kendi yasasında da uymuyor. Oysaki hasta tutsaklar için Türk Ceza Kanunu’nda (TCK) var olan maddeye göre serbest bırakılması gerekiyor ama bırakmıyorlar. Bir buçuk ay içerisinde kaç tane hasta tutsak yaşamını yitirdi. Devlet 19 aralıkta istediği başarıyı elde edemedi. O başarıyı elde edebilmek için yeni tip cezaevlerini açıyor.

Son olarak eklemek istediğin bir şey var mı?

Bütün dostlara, yoldaşlara selamlar.