Perşembe, Nisan 25, 2024
Makaleler

Gençliğin sınırlarını parçalaması için – Cenk Doğan

İktidar ve iktidar ilişkisinin oluştuğu ilk andan itibaren şiddet-zor, iktidar gücünün bir parçası olmuştur. Sömürü ve iktidar ilişkilerinin şekillenmesinde, devletin ortaya çıkmasında ve devleti oluşturan her mekanizmada şiddet, bir kuruculuk görevi üstlenmiştir. Şiddet, üretim ve yeniden üretim ilişkilerinin düzenlenmesinde dışsal bir koşul değil tam aksine içsel olmuş ve merkezinde, kökeninde yer almıştır. Sınıf savaşımının her an’ında, sömürenler sömürülenlere karşı, sürekli ve kesintisiz bir şekilde şiddet politikasını uygulamıştır. Bu şiddet politikası bilinçli bir biçimde kullanılmış ve buradan bir tahakküm-tabi olma ilişkisi yaratılmıştır. Bugün de kapitalist üretim ilişkileri içerisinde şiddet, bütünlüklü olarak yaşamın her dokusunda, her yerinde ve her an’ında incelikli biçimde örgütleniyor. Şiddetten kaçamayız, yaşanılan her an’da şiddetle düşük yoğunluklu veya değil karşı karşıyayız. Faşizmde bu şiddet, kendisini, her yerde ve kendinden olmayan her şeye karşı çok açık bir şekilde gösterir ve bunu da gösteri dünyasına dönüştürür.

Diğer taraftan, yine faşist iktidar yaşamın içerisinde, muhalif sol ve devrimci cenah içerisinde, hem bireysel hem de toplumsal anlamda bir yabancılaşmayı yaratıyor. Bunu bilinç düzeyinde örgütleyerek sıradanlaştırıp var ediyor. Aynı zamanda bu sıradanlaştırma haliyle, toplumun büyük bir kesimini de nötrleştirmeyi amaçlıyor. Protesto ve tepkinin belli bir sınırın üzerine geçmemesi, faşist iktidarın atmış olduğu adımın sekteye uğratılmaması mevcut durumun kabulü anlamına gelir. Bu faşist saldırıların bilinçlerde de sıradanlaşmasıdır. Faşist iktidar için bu eylem ve direnişler ne kadar can sıkıcı olursa olsun, sürdürülebilir bir durumdur. Başta devrimciler olmak üzere, itiraz eden, faşizme karşı bir direniş sergileyen kesimlerin, algı ve bilinç durumunu gösterir. Gerçekten de sıradanlaşmanın marifeti, faşist saldırıların nedenlerini ve semptomlarını birbirine karıştırmasıdır; faşist iktidarın mevcut açmazını karartmasıdır; insanın kendisine ve içinden geldiği toplumsallığa yabancılaşmasıyla faşist iktidarı yıkma bilincini yitirmesidir. Özcesi bilinçlerde faşizmin sıradanlaşması ve bunun “normalimiz” olarak algılanması, faşist iktidarın, insanlık dışı yüzünü kamufle eder ve onun fütursuz etkinliğinin önünü açmış olur.

AKP-MHP faşizmi, kendi iktidarını sürdürülebilir kılmak için yaşamın tüm dokularına yayılmaya ve yaşamın tüm alanlarını işgal etmeye çalışıyor. Faşist iktidar; toplumsal yaşamın her bir gözeneğini hedef alarak, toplum ve insanla kurduğu ilişkiyi şiddet aracılığıyla şekillendirir. Faşizmin kadın kırımı politikası, LGBTİ+ bireyleri doğrudan hedef alan uygulamaları, işçi ve emekçi sınıflara dönük saldırıları, halklara karşı savaş politikası, özgürlüklere saldırısı, devrimcilere-sol sosyalist ve diğer muhalefet odaklarına saldırıları vb. tüm icraatını şekillendiren uyguladığı şiddet politikasıdır. Ve bundan gençlik de nasibini almaktadır. En son örneği Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum rektör ataması ve sonrasında yaşananlardır.

Faşizm işçi sınıfı ve emekçilerin kolektif düşünme, davranma, eyleme kapasitesini dağıtmayı, bir bütün olarak emekçi sınıfları atomize etmeyi hedefler. Bunu üniversiteye tercüme edelim. Özerk demokratik üniversite mücadelesinin bir sonucu olarak gelişen kısmi iyileştirmelerin hepsini yok etmek onun doğası gereğidir. Dün de tüm üniversite bileşenleri üzerinden bir seçim söz konusu değildi rektörlük konusunda. Sadece öğretim üyelerinin seçtiği ilk üç adaydan biri cumhurbaşkanı tarafından seçiliyordu. Bu bizim emekçisiyle, öğrencisiyle, akademisyeniyle kendi kendisini yönetebilmesi esasına dayanan özerk demokratik üniversite anlayışımızı kuşkusuz karşılamaz. Ancak faşist iktidar akademisyenlerin o da kısmi anlamda belirleyici olabileceği bir seçim sistemini bile yok saymıştır. Zira faşizm tekçi egemenlik biçimi olarak, söz-karar-yetkinin tek elde toplanması demektir. Boğaziçi özelinde sivrilen kayyum rektör saldırısının temelini bu oluşturur. Kayyum rektör atama politikasının bir ileri uygulaması ise üniversitelerde belirlenecek, uygulanacak her kararın rektör tarafından belirlenmesidir. Kayyum rektör protestoları sonrası gelişen gözaltı terörü, medya üzerinden geliştirilen karalama kampanyası ve kayyum saldırısına karşı filizlenen birleşik gençlik hareketini parçalama niyeti faşizmin kitlelerin kolektif düşünme, davranma, eyleme kapasitesi ve iradesini dağıtma hedefinden bağımsız değildir.

Gençliğin başkaldırısı toprağa serpilmiş bir tohumdur, bir çıkış noktasıdır. Suruç Katliamını anma eylemi gençliğin bu çıkış noktasını örgütlemede, uzun zaman sonra bir ilk adım olmuştu. Kayyum rektör atamasına karşı yapılan eylemler ve devam eden süreç de bu ilk adımın üzerine bindi. Şimdi bir adım daha gerekiyor, sınırları parçalayacak bir adım. Evet, gençlik üzerindeki ölü toprağı atıp ilk adımı atmıştır ama bu adımların boşlukta kaybolmaması için somut bir mücadele hattı örmelidir. Bu birbirine içkin ikili bir hattı gerektirir. Hem faşizme karşı öncü çıkışı oluşturma –deyim yerindeyse devrimci savaş hattını- hem de faşizme karşı en geniş öğrenci kitlelerini harekete geçirme…

Üniversiteler özelinde, bugün doğru taleplerle geniş bir öğrenci kitlesini mücadeleye sevk edebiliriz. Bu talepler, hiçbir dönem bu kadar yakıcı ve açık bir şekilde belirmemişti. Buradan şu yanılgıya düşülmesin; mücadeleyi akademik demokratik taleplere daraltan bir tarzı savunmuyoruz. Faşist iktidarın özgürlük talebimizi yerine getireceğini de düşünmüyoruz. Bütün mümkünlerin kıyısında, sınırları zorlamaktan bahsediyoruz. Gençlik, eğer buna cüret edebilir, asabiyetini oluşturabilir ve söz-eylem hattını doğru kurabilirse karanlığı yırtan bir ateşin kıvılcımı olacaktır. Gençliğin, faşizmin saldırıları karşısında yapacağı her türlü eylem ve kullanacağı her türlü mücadele aracı meşrudur. Bugün faşist iktidarın burjuva hukuk sistemini yok sayan saldırıları karşısında geçmişi –burjuva yasallık sınırlarını- savunacak değiliz. Burjuva reformist bir çizginin savunucusu değilsek sistem tarafından etrafımıza örülen duvarları, sokakta ve diğer mücadele alanlarında sürmekte olan makul protesto düzlemini yıkarak ilerlemeli, faşist iktidarın kendisini hapsetmediği burjuva yasallık sınırlarını, ister ve inşa eder pozisyonda olmamalıyız. Bu, bir bütün olarak burjuva faşist iktidarı yıkma hedefi ile yürümekten geçer.

Boğaziçi deneyimine kısa bir bakış

Boğaziçi direnişinin zirve yaptığı üç fotoğraf karesi vardı: Kayyum rektöre karşı Boğaziçi ile sınırlı olmayan bir kitlesellikle gençliğin üniversite kapısında faşizmin kolluk güçleriyle girdiği çatışma hali; bu militan çıkışa karşı polisin çaresizce üniversite kapısını kelepçe ile tutturduğu kare; öğrencilerin ev baskınlarıyla gözaltına alınması ve sonrasında gelişen direniş hali… Kuşkusuz bunlar, son yıllarda geriye doğru bastırılmış olan kitle eylemlerinin, gençlik eylemlerinin sınırlarını aşma dinamiğinin ifadesidir. Ancak henüz o sınırları parçalamanın, aşmanın kendisi değildir. Öte yandan Boğaziçi direnişi hak alıcı bir direnişe dönüşsün ve gençlik hareketinin çıkış miladı olsun istiyorsak, onun bu 3 fotoğraf karesiyle anılır olmaktan çıkması gerekiyordu. Direnişin bu eşiği zorlamaması, onun düşüş trendine girmesine yol açtı.

Kayyum rektör Melih Bulu üniversite bileşenlerinin tümünün direnişine rağmen hala o koltukta oturuyor. O rektörlük binasından TV programlarına çıkıyor, açıklama yapıyor ve çirkin gülüşüyle sevimlilik yapmaya çalışıyor. “Öğrenciler beni tanısa bu eylemleri yapmaktan vazgeçecekler” diyebiliyor. Tüm bunları önünde direnişin sürdüğü rektörlük binasında, eylemde olan öğrencilerin slogan sesleri arasında yapıyor. Bu tablo, eğer yapıbozuma uğratamazsak kayyum rektörün tüm itirazlara rağmen durumu “olağanlaştırma” sürecini de beraberinde getirir. Hatırlayalım Kürdistan’da belediyelere atanan kayyumlar sürecinin ilk zamanlarını. Kürt halkının protestosu, yer yer militan biçimler de alarak uzunca bir zaman devam etti. Ancak kayyumları çalışamaz hale getiremeyince bir noktadan sonra sönümlendi.

Bu şekilde verilen görüntü karelerinin amacı, o anda, öğrencilerin eylemini ve direnişini, itirazını gereksizleştirme ve boşa düşürmektir. Boğaziçi direnişini inkâr etmektir. Fakat Boğaziçi’nin devrimci bir bilinci ve hafızası var. Boğaziçi’nde devrimci mücadelenin geçmişten gelen bir tarihi ve güncelliği var. Bu tarihte, bir rektörlük binasının işgali var. Efrin’in işgalini lokum dağıtarak kutlayanlara karşı, hiçbir yerde ses çıkmazken “İşgalin lokumu olmaz” diyen öğrencileri var. Aylara yayılan, öğrenci desteğini de alan BİMEKS işçilerinin direnişi var. Ve bu tarihte aynı zamanda, devrimci bilinç ve devrimci yürekle yoğrulmuş, Kobane Direnişinde sırra eren, sırra dönüşen Suphi Nejat Ağırnaslı’nın ayak izleri var.

Öncü-özne rolünü oynayabilecek devrimci gençlik, kavganın boyutunu ve niteliğini bir adım daha ileri taşımalıdır. Boğaziçi’nde başlayan direniş belli başlı üniversitelere yayıldı, bir itiraz geliştirdi. Gençlik hareketini, direnenleri sokakta, eylemde buluşturdu. Fakat bu direniş zeminini daha ilerden örgütlemeli, kendi sınırlarını aşarak mücadeleyi ortaklaştırmalıdır. Gençlik, içine çekildiği kabuğu kırmalıdır. Ve bu devrimci cüretle, devrimci iradeyle, kararlılıkla olabilir. Hem faşist iktidarın hem de kendi sınırlarımızı aşacak eylemi ortaya çıkardığımızda Melih Bulu şahsında, faşizmin inşa ettiği o kareyi dağıtmak, kayyum rektörden hesap sormak için neden rektörlük binası işgal edilmesin?    Direnişin farklı boyutlarda devam eden eylemleri; forum, tiyatro, sergi, online buluşmalar vb. neden rektörlük binasının direniş merkezi haline getirilerek sürdürülmesin ki… Rektörlük binası atananın değil diyorsak, o oda üniversite bileşenlerinindir! Ve rektörlük kapısı uzakta değil, direniş çadırlarının tam karşısında. Tabii Boğaziçi’yle beraber direnen, üniversitelerine kayyum atanan diğer üniversitelerin rektörlük odaları da hedef olmalı. “Kayyum rektör üniversiteden defol” direnişin, ajitasyon değil eylem sloganı haline gelmelidir. Üniversite gençliğinin önündeki eşik budur.

Boğaziçi’nin bu direniş hattı içinde muazzam bir potansiyel barındırmakta. Şu anda direniş eylem hattı düşük yoğunluklu seyrediyor fakat daha ileriden örülebilmesinin potansiyelini içinde barındırıyor. Çünkü bu direniş eylem hattı sınırına varmadı. Örneğin maden işçilerinin direniş ve eylem hattı bir sınıra dayanmıştı. O sınır kendi mekanından çıkıp Ankara’yı zorlama meselesiydi. Ama Boğaziçi için sınırına dayandı diyemeyiz. Sınırına dayanma noktası rektörlük odasıdır. Rektörlük odasından sonraki süreç ise sınırın aşıldığının bir ifadesi olabilir. Aynı zamanda gençlik, bu eylem hattıyla gündemi belirleyen ve şekillendiren bir konum alabilir. Faşist iktidar sürekli olarak kendi gündemini yaratıp tüm toplumu bu gündeme kilitliyor. Sol, devrimci, muhalif cenahta sürekli faşist iktidarın belirleyip şekillendirdiği gündemlerin içerisinde dönüp duruyor. İşte bu direniş, alışılmış ve içselleştirilmiş durumu da yıkacak bir potansiyeli halen içinde barındırmaktadır.

Sürdürülebilir bir direniş adına düşük yoğunluklu bir mücadele hattı kayyum rektörün bir yerden sonra koltuğuna iyice kurulmasını sağlayacaktır. İşte bu süreci tersine çevirebilmek için: Birincisi, direnişteki Boğaziçi öğrencilerinin kitleselliğini korumanın yanısıra gençliğin militan bir hat örmesi, faşist iktidarı korkutan “teröristliği” icra etmesi gerekiyor. İkincisi, direnişin tüm üniversitelere yayılması ve özerk-demokratik üniversite sloganının hak alıcı bir slogan olarak sahiplenilmesi gerekiyor.    Üçüncüsü gençliğe dönük bu saldırının işçi sınıfı ve emekçilere, kadınlara, ezilen cinsel kimliklere, Kürt halkına ve ezilen azınlık halklarına, Alevilere dönük saldırılarla bağını kurarak faşizme karşı mücadelenin önünü açacak öncü çıkışların gençlik tarafından örgütlenmesi gerekiyor.

Burada yazdıklarımız kuşkusuz sadece son yaşanan Boğaziçi direnişine dair değildir. Bir bütün olarak militan, kitlesel ve birleşik bir gençlik hareketi yaratmak da faşizmi yıkma mücadelesinde öncü olabilecek bir gençlik kuşağı örgütlemek de buradan geçiyor. Yeni Boğaziçiler ve yeni fırsat kapıları gençliğin önündedir. Keza Boğaziçi direnişi de eğer sınırlarını parçalama iradesini açığa çıkarırsa hala bu potansiyeli taşımaktadır.

Fail olma hali

Gençlik, özgürlük yoksunluğuna, neoliberal yeniden yapılandırma programları ile hapsedildiği geleceksizlik girdabına karşı faşist devleti yıkma mücadelesi içerisinde ancak fail olabilir. Fail olarak o sınırları aşma cüretini gösterebilir. Bunun en güncel örneği Boğaziçi direnişidir. Kayyum rektöre karşı gelişen eylemlilik süreci, belli bir eşiği aşamazsa, pasif bir eylem hattını izlerse sönümlenmeye yüz tutacaktır.

Oysa faşist saldırıların ve neoliberal politikaların doğrudan hedefi olan gençlik, bu sınırı “mağduriyet” üzerinden inşa edilmiş bir mücadele ile parçalayamaz. Hedefte olan gençlik, bir itiraz ve red geliştiren gençlik, fail olabilir. Bundandır ki faşist iktidar, Boğaziçi direnişini öylesine bir gençlik eylemi olarak görmemiş, faşist devletin kolluk güçleri koçbaşları ile gece yarısı kapı ve duvarları kırarak eylemci öğrenciler üzerinde gözaltı terörünü estirmiştir. Çünkü orada gençlik, bizzat aktif direniş haliyle faşizmin politikalarını “reddeden” bir hat ortaya koymuştur. Dolayısıyla, gençliği terörist olmakla suçlayan faşist AKP iktidarını ve onun ortağı Bahçeli’yi ciddiye almamız gerekir. Mağduriyet üzerinden bir dil kurmak ve bu pozisyonda kalarak savunmacı bir hat izlemek aslında iktidarın istediği şeydir. Daha açık söyleyelim, bu faşist iktidarın devam etmesine soldan destek sunmak anlamına gelir. Oysa Erdoğan ve Bahçeli, Boğaziçi eylemlerini doğru analiz etmiş; “özne”liğini arayan gençliğin daha baştan başını ezmeyi hedeflemiştir. Faşist iktidar ve onun ortağı direnişteki gençliği fail olarak görüp aslında solculardan/muhalefetten çok daha ileriden bir süreç ve gençlik okuması yapmış oluyor. Bizim de, mağduriyetin ve mağdurluğun politikasını savunan değil “terörist”liği örgütleyen, açığa çıkan terörü daha “şiddetli” mücadele araçları ile ilerleten olmamız gerekir.

Gençlik, sömürü düzenine karşı, yozlaşmaya ve çürümeye karşı eyleyen, dönüştüren bir varlık olarak faildir. Failliğini, redle beraber eyleyiciliğiyle kurar. Gençliğin mücadelesine ve öznelerine; “toplumun yıkıcıları” diyecekler, “terörist” diyecekler. Oysa bu faillik halidir. Tam da bu yüzden teröristlikte kat çıkmamız gerekir. Kendisini yeniden yaratmanın ve inşa etmenin bedelleri olacaktır kuşkusuz. Gençlik, işte tam da bu bedelleri göze aldığında, faşist iktidarla doğrudan cepheleşecek bir devrimci gençlik hareketi doğacaktır. Kendisini mağdur olarak –salt mağduriyetini siyasallaştırarak- değil, mücadele dinamikleriyle faşist iktidar için doğrudan bir tehdit oluşturması nedeniyle fail olarak kurmak durumundadır. Bugün gençlik, özgürlük mücadelesi temelinde gelişen bir devrimci öncü bilince sahip olmasa da red ve başkaldırı dinamiklerinin içeriyor olması ile önemli bir yerde durmaktadır. Eğer gençliği salt mağduriyeti üzerinden ele alırsak gençliğin özne olma durumunu es geçmiş oluruz. Mağdur olan gençlik mağdurluktan önce faşist iktidarı tehdit ettiği, red ettiği ve uslanmadığı için faildir. Elbette asıl fail olma hali, faşizme karşı birleşik gençlik mücadelesini örgütlediğinde, devrim hedefine bağlandığında, Denizlerin, Mahirlerin, İboların açtığı yolun takipçisi olduğunda gerçekleşecektir.