Cuma, Nisan 19, 2024
MakalelerSeçtiklerimiz

Kitap Doğru, Okur Yanlış / Orhan Yılmazkaya

Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez, 19 Nisan günü Trinidad Tobago’da birlikte katıldıkları Amerika Zirvesi’nde ABD Başkanı Obama’ya Uruguaylı yazar Eduardo Galeano’nun Latin Amerika’nın Kesik Damarları adlı kitabını hediye etti. Obama’nın kitaba teşekkür ederken iyi bir okuyucu olduğunu söylemesi ve kitabın internet satış sitelerinde bir anda dünyanın en çok satılan kitaplarından birisi haline gelmesi basına konu oldu.

Obama’nın bu okumasının kime ne faydası olacağı üzerine düşünmek zorundayız. Çünkü Uruguay’ın yüzakı, aydın namusunun cisimleşmiş hali Galeano’dan ve başyapıtı Latin Amerika’nın Kesik Damarları’ndan bahsediyoruz.

Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nı hatmetmiş bir okuyucu olmanın verdiği hakla, kendi sorduğumuz soruya yanıt vermemiz gerekirse; Obama’ya hediye edilen kitabın, satışlarının artıp yazarının üç beş kuruş para kazanması ve bu konuda özlemle bekleyeceğimiz yazısı dışında bir kazanç olmayacaktır. Kitap doğru ama Okur yanlıştır, bir fayda olmayacaktır, çünkü eğer bir ABD başkanının bir kitabı okuyup sömürgecilik tarihi konuşunda bilgilendikten sonra, emperyalist politikalarında bir değişiklik yapacağını düşünmek mümkün olsaydı, muhtemelen Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nın yazılmasına da gerek kalmazdı.

Latin Amerika’nın halkları ABD’yi bizden iyi tanırlar.

Kurtarıcı lakaplı general Simon Bolivar, “ABD’nin özgürlük adına Amerika’ya sefalet saçmakla görevlendirildiğini” söylemişti daha 19. Yüzyılda. Artık unutulmuş bir tarihte, yüzünde acı gülümseme taşıyan Latin Amerikalı bir aydın şöyle bir şaka yapmak zorunda kalmıştı: “Amerika kıtasında sadece ABD’de darbe olmaz; çünkü sadece orada ABD büyükelçiliği yoktur.” 1915’de ölen Meksika diktatörü Porfirio Diaz’ın ünlü sözü de 20. Yüzyıl boyunca bu ülkede tekrarlanıp durmuştur: “Zavallı Meksika, tanrıdan öylesine uzak ve ABD’ye o denli yakın ki…”

ABD’nin Latin Amerika’daki çok sayıda askeri operasyonuna katılmış Tümgeneral Smedley D. Butler de, 1935’te samimi olarak kaleme aldığı anılarında kişisel tarihini anlatmıştı: “Bu ülkenin en başarılı kuvvetinde, deniz piyade sınıfında asker olarak Otuz üç yıl, dört ay geçirdim. Asteğmenlikten tümgeneralliğe, hiyerarşinin tüm basamaklarında bulundum. Bütün bu süre boyunca, çoğu zaman büyük işadamları, Wall Street ve bankerler hesabına, kısacası kapitalizm hizmetinde kiralık katillik yaptım.” 1911-21 yılları arasında süren Meksika devrimi sırasında ABD birlikleri Meksikalı köylü devrimcisi Emiliano Zapata’ya karşı savaşmışlardı. ABD dış politikasının tescilli katili Henry Kissinger’ın 1970’lerin başında Allende’nin sosyalist Şili hükümeti için söyledikleri de Latin Amerika’da hiç unutulmadı tabii: ‘Bir ülkenin, kendi halkının sorumsuzluğu yüzünden, komünist olmasına neden göz yummamız ve tahammül etmemiz gerektiğini anlamıyorum.’

Dünyanın başka yerleriyle olduğu gibi, ABD’nin “arka bahçesi” saydığı Latin Amerika’yla ilişkisi de bir suç ve katliam manifestosu şeklinde okunabilir. ABD ordusu 1898’de Meksika’yı işgal etti ve bugün güney eyaletleri olarak bildiğimiz geniş toprakları ilhak etti- Aynı yıl Küba da işgal edildi. 1921 yılında Nikaragua’ya saldırdı- 1954’te Guatemala işgal edildi. 1961’de Küba’ya karşı Domuzlar Körfezi çıkartmasını örgütleyen ABD yenilgiye uğradı. 1965’te Dominik’te 10 bin Dominikli’yi öldürdü. 1967’de Che’yi katledenlerin başında ABD’li komandolar vardı. 1973’te Şili’de CIA’nin düzenlediği darbe sonucu 30 bin kişi öldürüldü. 1973’da Uruguay cuntası, 1976’da Arjantin cuntası ve daha birçok faşist cunta ABD tarafından örgütlenip politik olarak desteklendi. 1979 Nikaragua devriminden sonra karşı devrimciler komşu ülke Honduras’ta ABD tarafından üstlendirilip ülkeye saldırtıldı. 1982’de Grenada işgalinde yüzlerce devrimci ve yurtsever katledildi- 1989 Panama işgalinde beş bin Panamalı öldürüldü. El Salvador’daki iç savaşta faşistler desteklendi. Kolombiya’nin faşist yönetimlerine askeri ve mali destek vererek, Latin Amerika’nın 1964’ten beri yenilmeyen onurlu gerilla hareketleri FARC ve ELN’ye karşı savaşıldı ve halen savaşılıyor. ABD, 2002’de Hugo Chavez’i devirmeye kalkışan darbeyi de gizlice örgütleyip politik olarak açıktan destekledi. Günümüzde Bolivya’nın sosyalist hükümetine karşı ayrılıkçı zengin bölgeleri destekleyerek bu ülkeyi bölmeye çalışıyor. Panama’daki ünlü kontrgerilla okulu School of Americas’da yetiştiren on binlerce faşist subay koca kıtayı bir cehenneme çevirdi. Vahşetlerini eleştiren papazları dahi vurup rahibelere tecavüz ettiler- 20. Yüzyılda ABD’nin alt kıtasına ihraç ettiği en nitelikli mal faşizm oldu. Nasıl şimdilerde yine ABD yönetiminin 11 Eylül’den sonra resmi olarak işkence emirleri verdiği ortaya çıkıyorsa, geçmişte de olan bundan farklı değildi. Latin Amerika’nın aydınları, devrimcileri, marksistleri ABD’yi, Avrupa’yı, sömürgeciliği, kapitalizmi, emperyalizmi iyi bildiklerinden, kitaplarını devlet başkanlarına, satılmış üniversite kürsülerine, hımbıl küçük burjuvalara yazmadılar. Yoksul ve cahil halklarının kavgalarında bir satır bile devrimciler, işçiler ve köylüler  tarafından okunursa, bunu yaşamlarının en anlamlı hareketi sayarak, o satırları yazabilmek için yaşamlarını verdiler. Latin Amerika’nın sadece madenlerine, kauçuğuna, meyvelerine değil, belleğine de el konulduğunu söyleyen Galeano, bu çabayı kendi diliyle şöyle tanımlamıştı: “Ben tarihçi değilim. Bütün Amerika’nın, ama her şeyden önce o aşağılanan sevgili ülkenin, Latin Amerika’nın çalınmış belleğinin bulunmasına yardımcı olmak isteyen bir yazarım- Onunla konuşmak, gizlerini paylaşmak, ona hangi sertliklerden yapıldığını, hangi sevgi ve şiddet eylemlerinden doğduğunu sormak isterim.”

Latin Amerika’nın Kesik Damarları, bu sorunun kendisidir…

Latin Amerika’nın Kesik Damarları 1970’te tamamlandı. İki bölümden Oluşuyordu:

1 -Toprağın Zenginliği İnsanın Yoksulluğunu Doğuruyor.

2-Kalklnma Denilen Tehlikeli Yolculuk”.

Bugün de yazılsaydı sadece bölüm başlıklarıyla dahi güncel olmayı başarırdı. Bütün kıtada yayınlandıktan kısa bir süre sonra hemen her ülkede toplatıldı ve yasaklandı. 1973 darbesinden sonra Şili’den kaçan devrimci bir anne, bebeğinin bezlerinin içine bu kitaptan da bir tane koymuştu; Bogota’da bir kız öğrenci, otobüs yolculuğunda kitabı yanındaki arkadaşına okurken, birden heyecanlanıp yüksek sesle tüm yolculara okumaya başlamıştı, Buenos Aires’te bir başka öğrenci, kitabı alacak parası olmadığı için bir hafta içinde aynı sokaktaki tüm kitapçıları dolaşarak kitabı ayakta okuyup bitirdi. 1976 cuntasından sonra Arjantin devlet görevlileri televizyonlarda bu kitabın “gençliği zehirlemeye yönelik bir araç olduğunu” açıkladılar.

Galeano’nun Uruguay’da çıkardığı Marcha dergisindeki birçok yazı kurulu üyesi fikirleri yüzünden vurulup öldürüldü. 1973’te Uruguay faşist cuntasından kaçıp Arjantin’e sığınan Galeano, 1976 Arjantin cuntasının elinden kurtulup bu ülkeyi de terk etmek ve 12 yıl İspanya’da sürgünde yaşamak zorunda kaldı. Ülkesine sağ olarak döndüğünde, birçok yoldaşının, saygısını sunmak için üzerine bir buket çiçek bırakacağı mezarı dahi yoktu.

Türkiye’de devrimci tutsaklar 1980’li yıllarda Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nı cezaevlerinde eğitim kitabı olarak işlemişlerdi. 19 Aralık katliamında doğal olarak devrimcilerle ve başka kitaplarla birlikte birçok cezaevinde yakıldı. Ama hemen sonra Edirne F Tipi Cezaevi’nin havalandırmaları arasında atıla atıla parçalandı. Sosyalist yönetmen Hüseyin Karabey onun bir hikâyesini filme çekti. Çok sayıda devrimci genç, yerlilerin eskiden dosta “öteki yüreğim” dediğini ondan öğrendi.

Bir kitabında, Latin Amerikalı bir yazarın kendisine şöyle dediğini aktarıyor Galeano: “Yazdıklarımın görünmesini istemiyorlar, çünkü gördüklerimi yazıyorum.” İşte Latin Amerika’nın Kesik Damarları böyle bir kitap… Ama çok şükür biz onu okuduk ve bakışına artık sahibiz.

Burjuva tarihçi ve iktisatçıları ya da onların etkisi altında bir Avrupa ve Batı marksizmi kurmakta bir sakınca görmeyen çoğunluk marksizmine göre, Avrupa’da kapitalizmin gelişim dinamikleriyle sömürgecilik tarihi arasında sanıldığı kadar ilişki yoktur. Kapitalizmin kendi gelişim dinamikleri vardır ve o arada bir de sömürgecilik yaşanmıştır. Sanki sömürgecilik, kapitalizmin şafağında bir görünüp kayboluveren bir ışık çakmasıdır. İkisinin tarihini bir nesnenin iki farklı yüzü olarak anlatmak elzem değildir. Onun için, bu iki gelişimi birlikte analiz etmek derdine düşmüş kişi ve eser sayısı sınırlıdır sosyalizm içinde. Oysa değil 16. yüzyılın başında, 1940 ve 50’lerde dahi dünyanın birçok işçisinin ve köylüsünün bir ulusal devletten yoksun haldeki sömürgelerde yaşıyor olduğunu bilmek dahi bu tezi tartışmalı hale getirir. Ama bu bir tezden çok, aksi yapılmayarak tarihsel olarak içine düşülmüş bir yanlıştır. Bir galat-ı meşhurdur. Buna karşılık, Galeano Kapital’in 1. Cildinin 3. Bölümünden şu pasajı aktarır. “Amerika’daki altın ve gümüş madenlerinin keşfi; yerli nüfusun köleleştirilip maden ocaklarında zorla çalıştırılması; Doğu Hint adalarının fetih ve yağmalanmasının başlanması; Afrika kıtasının bir zenci avı haline getirilmesi… Bütün bunlar kapitalist üretim çağını haber veren olgulardır ve ilk birikim döneminin temel etkenlerini meydana getirirler.” O zaman ve daima, Kapital’den yaklaşık 100 yıl sonra Galeano alt kıtadan İspanyolca bağırmaktadır.

“Sadece ilk birikim döneminin değil üstad, sadece ilk birikim döneminin değil.” Ernst Mandel tarafından yapılan bir hesaba göre, sömürgeci devletlerin bu faaliyetlerden elde ettikleri karların toplamı, 1800’lerde bütün Avrupa’daki sanayi alanlarına yatırılan sermayenin toplamım aşmaktadır. James Watt’ın buhar makinesiyle sonuçlanan bilimsel çalışmalarını dahi köle ticaretinden zengin olmuş bazı işadamları finanse etmişti. Merkantilizm, yerlileri ve Afrikalı köleleri Avrupa’nın “dış proletaryası” haline getirirken, antik dünyanın köleci sistemini de kendi “modern” dünyası içinde canlandırdı. Toprağı, madeni, insanı alıp satmayı bilmeyen komün gelenekli halklara bunları öğretti. Hem de kendi bedenleri, toprakları, çocukları, dinleri, kültürleri üzerinden… Yerliler, üzerinde yaşadıkları topraklarıyla birlikte satılıyorlardı. Kapitalist uygarlık, Latin Amerika için bir aşağılanmadan başka bir şey olmadı.

O kadar ki, aşırı çalışma ve aşağılanma nedeniyle yerli ve zenci köleler dönem dönem toplu intihar eylemlerine girişiyorlar, erkekler çocuklarını ve karılarını öldürdükten sonra bir uçurumdan atlamayı tercih ediyorlardı. Zorla Hıristiyanlaştırılan yerliler, cennette de Hıristiyanlar olduğu gerekçesiyle cehenneme gitmek istediklerini söylüyorlardı. Sömürgeciler, sonunda yerlilerin doğacı dinleri üzerinden bir çözüm bulup, intihar edenlerin cesetlerini herkesin önünde parçalayarak, öteki dünyada bir bütün olarak tekrar yaşama şansını ortadan kaldırarak bu intiharların kısmen önünü geçebildiler. Bunlar olurken, Katolik papazlar kölelere öğüt veriyorlardı: “Ey tanrının zavallı kulları, köle olarak katlanmak zorunda olduğunuz acılardan korkmayınız. Beden olarak köle olabilirsiniz ama ruhunuz özgürdür.”

İlk zamanlarda İspanyol sarayının resmi din otoriteleri, yerlileri insan olarak bile kabul etmiyordu. Yaşam boyunca doğduğu kasabayı hiç terk etmemiş ünlü Katolik Alman felsefecisi Kant, bir yandan güçlü bir bilgi teorisinin temellerini atarken, öte yandan yerlilerin uygarlık yetisinden yoksun, dolayısıyla yok edilmeye mahkûm olduklarına inanıyordu. Modern sosyolojinin kurucularından Comte da beyaz ırkın üstünlüğüne iman etmişti. Siyasi otorite açısından ‘”güçler ayrılığı” fikrini geliştiren Montesqui ise şöyle diyordu: “Çok bilgili bir varlık olan tanrının, bir siyahın bedenine bir ruh, özellikle iyi bir ruh koyduğunu düşünmek imkânsız geliyor.” Arjantinli ünlü yazar Borges dahi, siyahların kültürel kısırlığı konusunda kendince netti. Irkçılık sadece Lombroso’nun suçu değildi yani.

Aydınlanmanın eseri olan devrim Fransa’da “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” diye haykırırken, 1791’de sömürgesi Haiti’de zenci kölelerin çıkardığı isyanı bastırmak İçin yüzbinlercesini öldürüyor ve bununla dünyaya öğrettiği ilkeler arasında bir çelişki görmüyordu. Fransız devriminin yüzüncü yılı Paris’te kutlanırken kurulan panayırlarda, Latin Amerika’dan getirilen yerliler kafes içinde sergileniyordu. 1825’te kanlı savaşlardan sonra Fransa Haiti’nin bağımsızlığını kabul etmek zorunda kaldı. Haiti, dünyada köleliği ortadan kaldıran ilk devlet olma onuruna sahip oldu. Ama Fransa adayı yüzyıllarca o kadar sömürmüştü ve öylesine büyük bir tazminat aldı ki, Haiti bugün dahi belini doğrultamayan yoksul bir ülke olarak kaldı. Haiti’nin ardından 19. yüzyıl boyunca Latin Amerika ülkeleri bağımsızlıklarını kazandılar ama başını İngiltere’nin çektiği Avrupa ülkelerinin en önemli ihraç ürünü olan “serbest ticaret” rejimi sayesinde doğmakta olan ulusal sanayilerini boğazlanmış halde ulusal bağımsızlıklarıyla trampa etmiş oldular. Osmanlı imparatorluğu ile İngiliz hükümeti arasında 1838 tarihli Baltalimanı Ticaret Antlaşması’nın imzalanmasından ve İngiltere’nin Hindistan’da ürettiği afyonu ülkede serbestçe satmasına karşı çıktığı için Çin’e karşı Afyon Savaşı’nı açmasından bir yıl önce, Arjantin’deki İngiliz Konsolosu, geniş düzlüklerdeki sığır çobanını bir raporda şöyle tarif ediyordu: “Giysilerini, eşyalarını tek tek inceleyin; deri eşyaları dışında, İngiliz malı olmayan ne bulabilirsiniz? Karısının eteği yüzde doksan ihtimalle Manchester’de üretilmiştir. Yemeğin piştiği tencere, yendiği porselen tabak, bıçağı, mahmuzları, atın gemi, üzerindeki panço, hepsi İngiltere’den gelmiştir.” Aynı yıllarda, tüm Latin Amerika ülkeleriyle benzeri antlaşmalar yapılıyor, İngiliz sanayii sonsuz gelişim olanakları yakalayarak yerli üreticileri bitiriyordu. Oysa İngiltere’nin ihracat imkânına sahip olmadığı korumacı çağında, ham yün ihraç eden İngilizler’in önce sağ elleri kesilir, aynı suçu ikinci kez işlediklerinde ise idam edilirlerdi. Ele verir talkını, kendisi yer salkımı… Latin Amerika’nın Kesik Damarları işte bunları ilk kez bu kadar güçlü ve bir araştırma kitabını aşan üslupla anlattığı için önemlidir.

Eduardo Galeano, sadece bir veri derlemecisi, bir iktisat tarihçisi, kuru bir Marksist yazar değil. Onun Türkçe edebiyatta ve devrimci politik yazında rastlanmayan bir üslubu var. Gazetecilikten geldiğinden, günceli iyi takip eder, kaynak gösterir, tarihsel incelemelere hakimdir. Ama akademik incelemeye en fazla yaklaştığı eseri olan Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nda dahi üslubu, akıcı olmaktan uzaklaştığı için sıkıcı olmanın tuzağına düşmez. Zaten kendisi de bu konuya değinip, sıkıcı ya da propagandif anlatım imkanlarının ötesinde bir şeyler yazmayı denediğini belirtir. Galeano, daha sonraki yıllarda kaleme aldığı ve tamamı Türkçe’ye çevrilen kitaplarında bu üslubu geliştirmiş, Marquez’in roman ve öyküde adını koyduğu “büyülü gerçekçi” akımın inceleme ve denemedeki büyük İspanyolca nefesi olmuştur. Onun için, Türkçe’de ve başka dillerde militan bir okur kitlesine sahiptir; televizyonlarda program yapan entelektüel İslamcı gençler dahi kendisinden büyük bir saygıyla bahsedip kitaplarını önermektedirler.

Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları’yla görkemli bir başlangıç yaptığı yazın kanalında, daha başka eserler de vermeyi başarmış parlak bir devrimcidir. Futbolu sevenler için Gölgede ve Güneşte Futbol, aşıklar için Kucaklaşmanın Kitabı, Latin Amerika’nın cuntalarla dolu karanlık 1970’li yıllarının gri bir resmi için Söz Mezbahası, Latin Amerika’nın Kesik Damarları’ndan yaklaşık 20 yıl sonra aynı kıtanın tarihini yıl yıl ama yine değişik bir üslupla anlattığı belgesel nitelikli üç ciltlik önemli eseri Ateş Anıları, Latin Amerikalı devrimcileri anlamak için Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri, kıtanın yerli efsanelerindeki komün ruhunu çözümlemek için Yürüyen Kelimeler ve Zamanın Ağızları, son yıllardaki başarılı kitabı, modernizme, küreselleşmeye bir reddiye olarak okunan Tepetaklak.  Galeano’yu seviyor, onu okuyoruz. Bize anlattığı gerçek hikâyeleri, insanın ve kavgamızın evrenselliğini, bir büyük kıtanın insanının yerelliği üzerinden vurguladığı için. Arada bir boşlukları doldurduğunda, elimizdeki cildi atıp haykırmak geliyor içimizden: “Evet, işte tam böyle olmuştur.” Galeano’yu seviyoruz. Hala kaleme aldığı güncel yazılarla Siyonizm’i yerden yere vurduğu için bile mesela…

Kadınla erkeğin yaratılış efsanesini Amerika yerlilerinin ağzından aktardığında karıştırıyoruz, bize çekici gelen yerli halklar mıdır, yoksa Galeano mu: “Kadın ile erkek düşlerinde Tanrı’nın kendilerini düşünde gördüğünü gördüler. Sigara dumanı bulutunun içinde düş gören Tanrı şarkı söyleyip marakaslarını şakırdatıyor, kendini mutlu, ama kuşku ve gizemden allak bullak hissediyordu. Makiritare kızılderilileri, Tanrı’nın düşünde yemek görürse bereket ve yemek verdiğini bilirler. Tanrı yaşam düşü görürse, doğar ve doğurur. Tanrının düşünü gören kadın ile erkek düşlerinde büyük, parlak bir yumurtanın içindeydiler; şarkı söylüyor, dans ediyor, doğmak isteğiyle çılgına döndüklerinden olay çıkarıyorlardı . Tanrının düşünde mutluluk ve kuşku gizemden daha güçlüydü. Tanrı böylece düş görürken, bir şarkıyla yarattı onları: ‘Bu yumurtayı kırıyorum, kadın doğuyor ve erkek doğuyor. Ve birlikte yaşayıp ölecekler. Ama gene doğacaklar. Doğacaklar, gene ölecekler, gene doğacaklar. Hiç bir zaman doğmalarının sonu gelmeyecek, çünkü ölüm bir yalandır’

Hasılı kelam, biz devrimcilere çekici geliyor ama, Başkan Obama’nın Galeano’dan öğreneceği pek bir şey olacağını sanmıyoruz. ABD’nin dışı siyah içi beyaz başkanı başarılı bir adam. Galeano ise başarılı adam üzerine şöyle demişti:

Başarılı Adam Üzerine Pencere

Uzaklığı hesaplamadan aya bakamaz.

Çıkacak odunu hesaplamadan ağaca bakamaz.

Fiyatını hesaplamadan bir tabloya bakamaz.

Kaloriyi hesaplamadan bir menüye bakamaz.

Avantajlarını hesaplamadan bir adama bakamaz.

Riski hesaplamadan bir kadına bakamaz.

Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları’na şu cümlelerle başlamıştı: “Uluslararası işbölümü sonucunda bazı ülkeler kazanırken bazı ülkeler de kaybediyor. Hep kazananlarla, hep kaybedenler.”

Sonunu ise şöyle bağlamıştı: “Latin Amerika’nın ulusal davası, her şeyden önce toplumsal bir davadır. Latin Amerika’nın yeniden doğabilmesi için önce efendilerini bir bir devirmesi gerekir. Başkaldırı ve değişim çağı başlıyor. Bazıları, yazgının tanrıların elinde olduğunu sanıyor ama gerçekte, insanların bilincinde bir meydan okuma olarak biçimleniyor.”

Muchos gracias companyero Eduardo…