Boğaziçi direnişi üzerine: “Bu kez ne farklı?” – Umut Akman
Küresel bir salgının hüküm sürdüğü 2020 yerini henüz 2021’e bırakmıştı ki yeni yılın ilk günü Boğaziçi Üniversite’ne atanan rektörler birlikte heyecanlı bir yıl olacağının sinyalini verdi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 1 Ocak’ta yayımladığı kararnameyle Melih Bulu’yu Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğüne atadı. İlk olarak üniversitenin hem öğrencileri hem de öğretim üyeleri bu karara tepki gösterdi. Atama kararının hemen ardından öğrencilerin oluşturduğu Boğaziçi Dayanışması, boykot ve eylem çağrısı yaptı. Bu çağrıyla birlikte günlük olarak farklı eylemler düzenlenmeye başlandı. Öğretim üyeleri hala daha her gün rektörlük binası önünde cüppeleriyle toplanıyor.
Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyeleri ve öğrencileri, Bulu’nun istifa etmesini ve rektörün seçimle belirlenmesini talep ediyor. Son dönemde Boğaziçi’ne destek eylemlerine katıldığı gerekçesiyle gözaltına alınıp tutuklanan kişilerin serbest bırakılması en baştaki talepler arasına eklendi. Bulu’nun atamasına yönelik ilk geniş kapsamlı eylem, 4 Ocak Pazartesi günü yapıldı. Kampüs etrafını ablukaya alan polis, öğrencilerin içeriye girmesine izin vermedi. Bu eylemde üniversite kapısına kelepçe takıldığına dair görüntüler sosyal medyada birçok kişi tarafından paylaşıldı. Bu eylemde 20’den fazla kişi gözaltına alındı.
Okulda 5 Ocak günü devir-teslim töreni düzenlendi. Rektörlük binası önünde toplanan öğretim üyeleri binaya arkalarını dönerek, protesto eylemi düzenledi ve gözaltına alınanların serbest bırakılması çağrısı yaptı. Aynı gün, üniversitenin Güney Kampüsü’nde başlayan eylemler Kadıköy’de devam etti ve Boğaziçi dışından gelenlerin de katıldığı daha geniş kapsamlı bir protesto düzenlendi. O tarihten bu yana da hem öğrencilerin hem de öğretim üyelerinin protestoları, farklı eylemlerle devam etti. Ancak geçen hafta sonu bu süreçte önemli bir dönüm noktası yaşandı.
Geçen haftanın sonlarına doğru kampüs içerisinde açılan ve 300’den fazla kişinin eser gönderdiği bir sergide bulunan Kabe figürlü görsele gösterilen tepkiler, LGBTİ topluluğunun hedef alınmasına ve yaşananlardan sorumlu gösterilmesine yol açan bir süreç başlattı. Hafta sonunda düzenlenen operasyonda beş kişi gözaltına alındı. Bu kişilerden Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri olduğu açıklanan ikisi tutuklandı, ikisine de ev hapsi verildi. Bu tutuklamaları protesto etmek için 1 Şubat Pazartesi günü düzenlenen eylemler sırasında polis üniversite kampüsü içerisinde sert bir müdahalede bulundu. Eylemlerde 159 kişi gözaltına alındı. Bu kişilerden yedisi polis sorgularının ardından serbest bırakıldı ancak daha sonra Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’ne bağlı polislerce tekrar gözaltına alındı ve ev hapsi verildi. Daha sonra devam eden eylemler sürecinde bugüne kadar ise toplamda 10 kişi tutsak edildi ve onlarca kişiye de ev hapsi ve denetimli serbestlik verildi.
Tüm bu süreçte hukukun ve medyanın Türkiye’de yaşadığı çürüme de bütün çıplaklığıyla gözler önüne serildi. Yukarıda Boğaziçi eylemlerinin nasıl ortaya çıktığını geliştiğini hiç eğip bükmeden en yalın haliyle yazdık. Elbette üzerine değerlendirme yapmak gerekiyor bunu yazının ilerleyen kısmında yapacağız. Gözaltı sebebi bile olmayan “suçlar” bahane edilerek evleri basılarak insanlar gözaltına alındı ve tutuklandı. Hatta bu anlar da ana akım medyadan topluma gözdağı olması için günlerce yayınlandı. Tabi bu görüntülerle kendi koydukları kuralları nasıl çiğnediklerini ve yaşadıkları sıkışmanın boyutunu da görmüş olduk. İktidar ortaklarıyla beraber yek vücut eylemcileri terörist olmakla, dini değerli ayaklar altına almakla, rektörü esir almakla, Batı’yla işbirliği yapmakla, milli ve yerli olmamakla suçluyor. Geçmişteki Alevi katliamlara zemin hazırlayan dini gerekçeler yine ön plana atıldı. İktidar Gezi’de de olduğu gibi din üzerinden eylemleri ve eylemcileri medya aracılığıyla hedef haline getirmeye çalışıyor. Hedef haline getirmekle de kalmıyor; yeri geldiğinde sokağa salacağı güçlerini Beyazıt Meydanı’nda yaptırdığı eylemle ucundan gösteriyor! Peki bu kadar tehdide ve saldırıya rağmen eylemler neden büyüdü?
Kayyum rektör daha öncesinde Boğaziçi’nde ders vermiş olmasına rağmen okul hocaları ve öğrencileri tarafından makamına uygun görülmedi. Bunun önemli sebeplerinden biri elbette ki Melih Bulu’nun geçmiş akademik ve siyasi çalışmalarıydı. Melih Bulu’nun siyasi hayatı aslında bir hayli renkli başlamış diyebiliriz. ODTÜ’de öğrenciyken Sosyal Demokrat Halkçı Parti, daha sonrasında 2000’lerin başında LDP Gençlik Kolları ve en son – en uzun süreli olarak da AKP’de farklı farklı görevler almış bir isim. 2002’de AKP Sarıyer ilçe teşkilatı kurucuları arasında yer almış, 2009’da Ataşehir ilçe belediye başkan aday adayı olmuş 2015’te de İstanbul Milletvekili olmak için aday adayı olmuş ancak bu adaylıklar bir nihayete ermemiş.
Kendisinin hayalimdi diye nitelediği Boğaziçi Rektörlüğü Bulu’nun ilk rektörlük deneyimi değil. 2016-2019 yılları arasında İstinye Üniversitesi kurucu rektörü olarak görev yapmış sonrasında ise 2020 Ocak ayında Haliç Üniversitesine rektör olarak ataması yapılmış. Melih Bulu neden henüz Haliç Üniversitesinde bir yılını bile doldurmadan Boğaziçi gibi bir okula rektör olarak atanmıştır diye fikir yürütebiliriz, tutarlı tahminlerimiz de olur ancak daha önemli bir soru neden öğrencilerin kendisini istemediği.
Boğaziçi Üniversitesi 150 yıllık tarihiyle birlikte Türkiye’nin en başarılı üniversiteleri arasında. Üniversite sınavında ilk binde yer alan öğrencilerin ilk tercihi olan devlet üniversitesi öte yandan kuruluşundan bugüne getirdiği fikir özgürlüğü geleneğiyle de bir nevi kurtarılmış bölge demek abartılı olmayacaktır. Türkiye’nin burjuvalarını yetiştirme konusunda başarılı eğitim kurumu olan Amerika kökenli Robert Kolejin öncülüğünde Abdülaziz’den alınan izinle kurulan Boğaziçi 1971 yılında bağımsız bir üniversiteye dönüştürüldü.
Bu ülke sınırları içinde eğitim almış her öğrenci az ya da çok Boğaziçi hakkında bilgi sahibidir ve bu okulun diğerlerinden daha farklı olduğunun az çok farkındadır. Boğaziçi gerek İstanbul’un gelir düzeyi en yüksek semtinde adına yakışır bir şekilde boğazla iç içe bir konumda bulunur. Diğer birçok üniversitelerin tarihi binaları ellerinden alınıp yerlerine apartman benzeri yapılar getirilmiş olsa da Boğaziçi kendi doğasını korumuştur. Türkiye’deki belki de en özgür üniversitedir; devlet müdahale etme gereği duymadıkça her fikir kendini var edecek bir yer bulabilir. Boğaziçi bir öğrencinin geleceği için çok iyi bir referanstır. Yüzbinlerin girdiği bir sınavda ilk bin kişi içinde yer alanlar bu okulda okumaya hak kazanır. Kendini kanıtlamış öğrencileri vardır. Öğrencilerine de iyi imkanlar sağlar; mezun dernekleri, öğrenci ağları, öğrenci-hoca ilişkileri…
Boğaziçi öğrencisi olmak da kolay değildir; Üniversite sınavında ilk bin gibi bir sıralama maalesef ki her öğrenci için kurulması mümkün bir hayal değildir. İktidarın eğitimde fırsat eşitliği adı altında öğrenciler arasındaki uçurumu açan faaliyetleri sebebiyle iyi bir üniversite kazanmak ekonomik olarak altından kalkılması güç bir hale gelmiştir. Özel dersleri, kaynak kitapları, etütleri, kampları vb. bunca masrafın altından kalkmak normal zamanda bile kıt kanaat geçinen emekçiler için bir hayal bile değildir. Lise okurken ailesine destek olmak için yarı zamanlı/mevsimlik işlerde çalışan çocuklar için Boğaziçi gibi bir okulda okumak haber kanallarının peşlerinden koşmalarına sebep olacak bir mucizedir.
20 yıldır dur durak bilmez bir şekilde -zaten ağır aksak işleyen- eğitim sistemine iktidar tarafından vurulan darbeler üniversite diplomasını herkesin cebinde duran bir kağıt parçasına çevirmiştir. Her ile ikişer üçer açılan üniversiteler, KHK’larla atılan akademisyenler, akademisyen olmak için gereken koşulların kaldırılıp üstüne bir de getirilen mülakat sistemi getirilince değerini kaybeden üniversite diplomaları artık herkesin var ben de neden yok durumundadır. Elbette ki her okul böyle değildir bu bozuk düzen içinde kendi ekosisteminde yaşam mücadelesi veren okullar hala mevcuttur ancak bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azalmıştır ve günden güne değersizleştirilmeye çalışılıyordur. Boğaziçi, Galatasaray, ODTÜ ve belki birkaç tane vakıf üniversitesi…
2015’ten bu yana üniversiteler, iklimini sertleştiren iktidarın odağına oturmuştur. Rektör atamalarına itirazlar aynı yıl İstanbul Üniversitesinde başlamış, Rektörlük seçimini büyük bir farkla kazanan Raşit Tükel yerine YÖK ve Cumhurbaşkanlığı, makamı Mahmut Ak’ı uygun görmüş ve bir nevi kayyum rektörler süreci başlamıştır. 2016 yılında yayımlanan bir KHK ile getirilen sistem çerçevesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından atandı. O günden bugüne kadar neredeyse her okul için kılıfına uygun bir şekilde rektör ataması gerçekleşmiştir. Üniversite öğrencileri başta bu duruma karşı çıksalar da protestolar fazla büyümeden rektörler görevlerine başlamıştır.
Kayyum Rektör Bulu, Boğaziçi için bir ilk değildir. 2016 rektörlük seçimlerini 403 katılımcının 348’inin oyunu alarak ezici bir farkla kazanan, aynı zamanda bir önceki rektör de olan, Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu, yerine ikinci sıradaki Mehmed Özkan atandı. Barbarosoğlu, akademik kariyerini bu kara üzerine noktalama kararı almıştı. Mehmed Özkan atamasının ardından yapılan protestolar bir hafta sürmüş sonrasında sönümlenerek bitmişti.
Çok değil 4-5 yıl önce benzeri bir durum aynı okulda yaşanmıştı peki neden bu kez protestolar başta İstanbul olmak üzere tüm üniversite öğrencilerini kapsayacak bir noktaya geldi? Bu sebeplerin başında ne öğrencilerin ne de hocaların Melih Bulu’yu bu makama layık görmemesi yatıyor. Melih Bulu’nun iktidar partisinden bir değil iki aday adaylığı bulunacak kadar iktidara yakın bir kişi, akademik kariyeri intihallerle gölgelenmiş durumda ve Boğaziçi’nin kendi içinden gelen biri değil. Bir önceki atanmış rektör Mehmed Özkan’a yönelik protestoların kısa sürmesinin sebeplerinden biri zaten önceki görevinin rektör yardımcılığı olmasıydı. Melih Bulu, kendine makamı kabul edecek bir rektör yardımcısı bile bulamadı. Okulun tüm bileşenleri kendisine karşı tavır alırken, olağanca pişkinliğiyle canlı yayınlara katılıp kendini bir bakıma rezil etti ve hala daha bu durumu “istifayı asla düşünmüyorum” sözleriyle sürdürüyor.
Boğaziçi öğrencisinin diğer okullara göre avantajları ve ayrıcalıklarından bahsetmiştik. İktidara yakın öğrenci gruplarının bile Melih Bulu’yu kabul etmemesinde bunun rolü yadsınamaz bir halde. Boğaziçi öğrencisinin isyanı sadece demokratik seçimlerin gerçekleştirilmemesi ya da okul dışından birinin atanması yüzünden değil. Melih Bulu her ne kadar “Boğaziçi’nin ilk 100’deki sırasını yükseltmeye çalışacağım” dese de kendisi okulun marka değerini düşüren bir unsur. Türkiye’nin en iyi okulunda okuyan hiç kimse diplomasında intihalci ve faşist bir partiden aday adayı olmuş birinin imzasını görmek istemez. AKP iktidara gelirken yaşam tarzlarına asla müdahale etmeyeceğiz diyordu. Hatta eski İstanbul Belediye Başkanı güncel göreviyle 12. Cumhurbaşkanı LGBTİ+ partilerine çelenkler gönderiyordu. Partilere çelenk gönderen kişi bugüne geldiğimizde “LGBT… yok böyle şey”, “Bu lezbiyenlerin mezbiyenlerin dediklerine takılmayalım” tarzı varoluşu sorgulatacak cümleler kuruyor. Okul kendisine bu derece uzak bir rektörü belki zaman içinde kabul ederdi ancak işin içine karışan devlet erkanı tepkilerin daha da büyümesine sebep oldu.
Devletin sert müdahalelerinden bilenerek çıkan öğrenci protestolarına iktidarın cevabı çatıya dikilmiş keskin nişancılardan, iletişim grubu kurduğu iddiasıyla tutuklanan öğrencilere varan bu korku hegemonyası çabası oldu. Boğaziçi gibi günümüz Türkiye’sinde kendini zor var ettiği bir okul özgür düşünceyi kelepçelemeye çalışan bir zihniyeti kabul etmeyecekti ve etmedi de. Bugün artık bu durum sadece bir okulun kimliğinden öte bir noktadadır. Yaşam hakkına yapılan müdahaleler, geçinemediği için intihar eden gençler, yok sayılan cinsler hepsi Boğaziçi protestolarında kendine yer bulmuş ve bu eylemleri çeşitlendirir hale gelmiştir.