Kayyum siyaseti ve Boğaziçi – Özgür Çınar
Üniversitede mücadele sürdüren herkes bilir: Üniversiteler, kariyer kulüpleri ile ya da kariyer kulübü olmasa bile onun denklemleri ile çalışma yapan kulüplerle ya da topluluklarla, okul içi bürokrasisiyle ve faşist örgütlenmelerin kurulması ve desteklenmesiyle kirletilmiş alanlardır. Elbette bu duruma uymayan okullar da vardır. Bu kirletilmişlik kendini en yoğun Anadolu Üniversitelerinde gösterir ki mevcut iktidarın 18 senelik ömründe okuma oranının artması başlığı adında çok fazla üniversite açılmış ve bu üniversiteler sayesinde artık iş sahasında diploma geçerliliği azalmıştır. İyi üniversiteler, uluslararası akademik hedeflerin gerçekleştirilebilmesi adına tercih edilebilir. Yoksa bugün bu coğrafyada doktora almak çok kolaydır yalnızca safınızı seçmeniz gerekir. Statü, erişilebilir bir konuma gelmiştir. Bu sebeple artık akademisyen olmanın eskisi gibi bir “değeri” kalmamıştır.
Peki bu hükümet aslen bütün coğrafyanın yetkin eğitim görmesini, yeni bilim insanlarının yetişmesini mi hedefliyordu? Tabi ki hayır. Bu hükümet olgunlaştırmaya çalıştığı faşizmine son rötuşlarından birini yapmak için böyle bir yol tercih etti. Üniversitelere kendi kadrolarını yerleştirse de mevcut akademi anlayışı faşist akademi anlayışı ile paralel değildi. Yani bilfiil propaganda yapan, bütün başarı mekanizmasını devletin varoluşu üzerinden sürdüren bir kimliğe sahip değildi. Bu sebeple sabırlı bir şekilde yeni kadrolar ve akademisyenler yetiştirdiler. Bu ayaklı propagandistler ise havuz medyasında akademisyen kimliği ile var olarak halkın gözündeki diploma değeri üzerinden bir geçerlilik sağlamaya çalıştılar ve sonsuz bir döngü… Her sene bir akademik tetikçi daha doktorasını alabilir pozisyona geldi. Yani aslında kurumsallaşmış faşizmin en görünür yüzü tabandaki meşruluğu üzerinden yaratılan iç zıtlık ise bunu yapmanın bir aracı da akademi idi ve bu devlet bunu başardı.
Gelgelelim baltanın taşa vurulacağı günlerin geleceği açıktı. Akademik tetikçileri ile savaşa, işgale, katliama övgüler sıralandırırken -ki her şeyin teorisi yazılabilir- yeni emperyalist bir odak olmak istendiği çok açıktı. Evet; bu devlet nicel olarak her alanda bir orduya sahiptir. Ama asla nitelikli değildir. Bu sebeple yapabileceğimiz bir okuma ise şudur. Kayyum siyaseti açtığı savaşlarda karşısında onu engelleyecek odak bırakmamak için vardır. Yani Kobane, Efrin ve daha nice harekatı bölgede geçerli kılmasının yegane yolu bölgede geçerli bir güç olmasıdır. Bu senelerdir yakalayamadığı başarıyı en son raddede sıkıştığı için kayyum siyaseti ile gerçekleştirmek istemiştir. Bu siyaset kaçınılmaz olarak bu devlete istediği gibi at koşturma alanı açmıştır. Fakat kayyum siyaseti taban geçerliliğini hiçe saymak demek olduğu için çok da istediği gibi at koşturamamış ve dış müdahaleler ile toplumsal asimilasyon politikalarını sürdürmeye çalışmaktadır.
Şimdi ise geçtiğimiz seçimlerde kaybettiği alanlara aynı savaş mevzisi mantığı ile yaklaşmakta. Merkezlerin oyunu açıkça kaybeden hükümet, hakimiyetinin de sorgulanır olduğunu hissedince aynı merkezlerin önemli odaklarını ele geçirmeye çalışmakta. Yani sosyo-ekonomik, sosyo-politik olarak aralarında uçurum olan iki farklı alana da aynı siyaset ile yaklaşan bir akılsız devlet ile karşı karşıyayız. Sınıfsal olarak geçerliliği ezen ezilen ilişkisinin en somutlandığı politik müdahale olmasındandır. Kayyum demek halkın iradesini en sert biçimde tanımamak demektir ve Kürdistan üzerinden başlayan bu sürecin Boğaziçi’nin içine gireceği çok açıktı. Belki yalnızca tahminimiz Boğaziçi olmazdı.
Bu hamlesi ile ve hamlesinin ardından geliştirdiği “Terörist bunlar!” politikası ile neyi hedeflediği çok açıktır. Güney kapıda keskin nişancılar nöbet tutarken şu cümle herkesçe duyulmuştu “Cudi’de, Gabar’da, Tendürek’te teröristlere nasıl oraları mezar ettiysek, nasıl inlerine girdiysek bundan sonra da aynı şekilde buna devam edeceğiz.”. Bu cümle aciz bir devlet aklının cümlesidir. Girdiği her savaştan galibiyet havası ile çıktıysa da bu devlet girdiği her savaşı kaybetmiştir. Suriye’de, Heftanin’de, Libya’da, Yunanistan ile… Gerek masada gerek sahada kaybeden devlet kan bürümüş gözünü içeriye dikmiştir.
Bu devlet birkaç odağın zenginlikleri üzerine inşa olmuştur ve tam da bu sebeple proleter bilince dair zerre bir nüve taşımaz. Beyin emeğinin üretici güçleri öğrencileri ise yine aynı eksenden onun varlığı için çalışıp zenginliğini ve özgünlüğünü ona bağışamaz ise ne içinde ne dışında bir nüve olarak taşımaz ve geleceğini ellerinden alır. Yani bu devler her dönem sınıfsaldır ama bu dönem sınıflar arası geçişken zeminden yararlanmak adına henüz üst sınıf olamayan orta üst sınıf mensubu insanları da proleteryaya yakınlaştırmıştır.
Tam olarak kim neyden rahatsız bunun tahlilini yapmaktansa bu devletin kendi çelişkilerini çözme biçimini ortaya sermek gerekiyor. Boğaziçi Direnişi tam da bu her anlamda katliamcı zihniyetin biriktirdiği toplumsal öfkeden ortaya çıkmıştır. Belki geçtir ama geç olması olduğu gerçeğini değiştirmez. Devrimciler olarak bu devleti yıpratabileceğimiz her alanı sonsuzca değerlendirmemiz gerektiği açıktır ve bu açıklık esasında hareket etmeliyiz.
Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz!
Yürürlükte olan Belediye Kanunu’nun 45. maddesinin 2016 yılında KHK ile eklenen ek fıkrasına göre belediye başkanının terör ile bağlantılı bir suç ile görevine son verilmesi durumunda 46. madde yürürlüğe girer ve belediye başkanı atama yolu ile görevlendirilir. Dolayısıyla kanun kendi istisnasını içinde barındırır. Bu Agamben’in bahsettiği egemen demokrasinin askıya alınma halidir aslında. (AGAMBEN G., 2006) Bir nevi egemen diğer süs olarak kullanmış olduğu maddeleri aslında sırf bu istisna hal maddesini sağlamlaştırmak için koymuştur. Engels’in hukukla ilgili yaptığı tespit de burada belirleyicidir. Hukukun ekonomik çıkarlara uygun düşmesi yeterli değildir. Aynı zamanda kendi içerisinde tutarlı olması gerekmektedir. (Marx & Engels, 1977) Uzun süredir sandık demokrasisinin giderek bu şekliyle daha net karşılaşıyoruz. Bakur’da seçilerek gelen ve üstelik kanunun diğer maddelerinin usulüyle seçilen belediye başkanları yürütme erkinin zor aygıtlarıyla terörist ilan edilmekteler ki böylece toplumun dışına ittiği insanları kolayca kurban haline getirebilsinler. Bu saatten sonra kurbanı katleden elbette ki katil değildir. Karşımızda devlet gibi koca bir makine var diyen Agamben’e bu noktada hak vermemek mümkün değil. (AGAMBEN G., 2013) [1]
15 Temmuz süreci ile başlayan kayyumların ilk durağı Fetullah Gülen’e bağlı yayın organları ve şirketler iken çok geçmeden 28 belediyeye atanan kayyumlarla aynı yılın Eylül ayından itibaren sömürge haline getirilmiş tüm Kuzey Kürdistan (Bakur) coğrafyasına taşındı. (BBC, 2016) Bu süreç sadece burjuva demokrasinin ihlali olarak görülmemelidir. Burjuva demokrasisinin mevcut işler hali tam olarak kendi egemenliğini sağlamlaştırmak üzerine kurulmuştur zaten. Kanunların koyuluş biçiminden, kimler için bu kanunların konulduğuna bu öyle çok karmaşık bir konu değil aslında. Biraz irdelendiğinde açık bir şekilde görülecektir ki hukuk ve demokrasi burjuvanın elindedir. Hukukun demokrasinin elinde olduğu burjuva yapılarının adalet talebi bir sınıf savaşımının yansımasıdır. İnsanlar hukukun toplumsal, ekonomik ilişkilerin düzenlenmesi için koyulan kanunlar olduğunu unutmaktadır. Egemen sınıfın istediği ve yine onun işine yarayacak biçimde şekillendirdiği toplumsal/ekonomik ilişkiler yani… Bunu yine Engels’ten çok iyi anlıyoruz. Çok kısa bir alıntı ile bahsedecek olursak der ki “Artık hukukçulara ve onlara gözü kapalı inananlara göre, hukukun gelişimi, hukuki deyimleri kullanacak olursak, insanlığa özgü koşulları adalet ülküsü ve ebedi adalet ile daha iyi bağdaştırmak için yürütülen bir savaşa indirgenmiş olur. Oysa burada söz konusu olan adalet, varlığını sürdüren ekonomik ilişkilerin, kimi zaman tutucu, kimi zaman devrimci yönden ideoloji katına çıkarılıp yüceltilmiş bir yansısından başkaca bir şey değildir.” (Marx & Engels, 1977) Yapılan adalet çağrıları, adalet ama kimin için adalet sorusunu karşımıza çıkarmaktadır. Bunu soruduğumuzda mevcut yasa sisteminin egemen burjuva sınıf için gayet adil bir şekilde dizildiğini de fark ederiz. Ancak bizim çıkarlarımız ve adalet taleplerimiz hiçbir zaman egemen burjuva sınıfı koruyan kollayan faşist devlet yapılanmasınınkiyle uyuşmayacaktır. Evet, her ne kadar kendi içinde uyumlu olmak zorunda olduğu için, ezilen ve alt sınıflara bir takım haklar veriyor gibi görünse de ve biz bunları kazanım olarak nitelendiriyor olsak da, bu bir odak kaymasıdır. Bu odak kayması ve kayyumlara karşı yapılan sokak eylemliliklerini burjuva hukuku içerisinde bir talep olduğunu düşünmek kuşkusuz bizi liberalleştirecektir.
2016 yılında 2547’de yapılan değişiklik 81’de darbeyle kurulan YÖK ve kanunun ilk haline gelmesine neden oldu. Rektörün seçilmesine son verilip tamamen atama yoluna gidildi. (AKP darbe yasasını görüntüde değiştireceğini iddia ettiği dönemden bugüne aslında tamamen darbe anayasasından elde edilen bütün kazanımları silip süpürdü.) Yani Boğaziçi rektör ataması burjuva hukuku içerisinde değerlendirilirse aslında adil ve yasalara uygun bir işlem yapıldı. Fakat Mahmut Ak’ın atanmasıyla başlayan bu rektör atamaları aynı sene 15 Temmuz ile başlayan Kuzey Kürdistan belediyelerine atanan kayyumlarla doğrudan bağlantılıdır. Türkiye’deki faşist devlet yapısı sömürü düzenini sürdürmek için doğrudan ve dolaylı olarak bütün şiddet aygıtlarını hem Türkiye hem Bakur şehirlerinde kullanmaktadır. Tam da bu yüzden bu sistem içi bir adalet arayışı değil, sömürgeci hukuka ve bu hukukun sahiplerine bir başkaldırıdır. 10 Ekimde sağlanan ve devletin İŞİD terör örgütünü kullanarak yok etmeye çalıştığı birlik zeminini yeniden kuracak bir eksendedir bu eylemler. Eylemlilikler sırasında sıkça atılan “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz!” sloganının bağlamı oldukça önemlidir. Çünkü devrim ne Bakur’da ne Türkiye’de tek başına olmayacaktır. Topyekûn bir saldırıya yine aynı topyekûnlukla karşılık vermek zorundayız. Yalnızca direnmek değil bu birlik ihtiyacının farkında olarak mücadele etmek de gerekmektedir.
Dolayısıyla Boğaziçi eylemlerini salt kendi ortaya çıkış bağlamında değil onu aşmış, artık Kadıköy’deki 2 Şubat eyleminde de göreceğimiz gibi bir başkaldırıyı fitillemiş ve Türkiye tarafında uzun süren sokak sessizliğini sonlandırmaya yarayacak bir gedik olarak görüyoruz.
Kaynakça
AGAMBEN, G. (2006). İstisna Hali. İstanbul: Otonom Yayınları.
AGAMBEN, G. (2013). Kutsal İnsan Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
BBC. (2016, Eylül 11). https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-37332272 adresinden alındı
Marx, K., & Engels, F. (1977). Devlet ve Hukuk. İstanbul: May Yayınları.
[1] Sorunumuz devlet aygıtının kocamanlığına takılıp kalmamalıdır. Aksi durumda karşımıza çok karamsar bir tablo çıkacaktır. Devlet’i toplumdan ayrıymış gibi düşünmek bir sivil toplum-devlet ayrımına yol açarken aynı zamanda bize çok uzak bir şeyle mücadele ettiğimiz izlenimi verir. Ancak bu yazı için İstisna Hali’nin olağanlaşması vurgusu için Agamben’i kullanmak yeterli olacaktır.