Cuma, Nisan 26, 2024
Makaleler

Suskun savaşçılar – Erdal Şahin

Ahmet Kaya’nın her şarkısının farklı bir hikayesi vardır bende. Liseye giderken hafta sonunu yurtta arkadaşlarımla geçirmeyi severdim. Ne de olsa bütün hafta kahrını çekmiştim okulun. Hafta sonu erken kalkma derdi olmadan, bütün gece Ahmet Kaya ve arabesk şarkılar dinleyerek sohbet eder; batağı, piştiyi, bilimum bildiğimiz kağıt oyunlarını sıkılana kadar oynardık. O zamanlar Ahmet Kaya tarzı müziği sevmekle birlikte arabeski pek sevmezdim ama arkadaşların hatırına dinler, hatta gülerek eşlik ederdim. En çok, “Suphi”nin hikayesi üzerine yaptığımız sohbet aklımda kaldı. “Bir cebinde Das Kapital, bir cebinde kenevir tohumu” dizesini arkadaşım Cemal, “Kapital para demek. Demek ki das kapital, cebinde parası yok demek.” diye yorumlamıştı. Biz de bayağı bir mantıklı bulmuştuk bu yorumu. Cemal’in sesi de güzeldi hani. Biraz muhalif, ama en çok arabesk yanını severdi Ahmet Kaya’nın. Hani şu “İyi sanatçıydı ama bölücülük yapmasaydı iyiydi.” diyenlerden. Suphi de muhtemelen parasızdı gerçekten.

Hikaye kısmını bırakacak olursak, insanlar yaşadıkça şarkı sözleri, şiirler daha farklı anlam ifade etmeye başlıyor. Muhtemelen insanın yaşanmışlıklarına bağlı olarak şarkı sözleri daha fazla dokunuyor. Benim için Ahmet Kaya’nın birçok şarkısı böyle bir anlam ifade etse de Orhan Kotan’ın Özgür Çağrı şiirinin olduğu şarkısı bir başkadır. Neydi o dizeler? Ne anlam ifade ediyordu?

Elverir ki coşku

Haylaz çocuklarını boğazlamasın

Avunmak elbette kolaydır

Şehri yiğit bir türkü gibi dolaşmak

Dağlara destanlar, düşünmek kolaydır

Hapislere bir sevinç çığlığı gibi düşmek

Kızların diri gögüslerinde

Matbaalarda

Ve kongre zabıtlarında dünyayı tazelemek

Yeryüzüne depremler düşürmek

Çünkü binlerce militanın rüzgarlı macerası

Bir kurşun bile değildir namusun mavzerine

Gönlün kahpeliğine tutsaksın açıkçası

Asıl savaş alanı suskundur arkadaş

Sahipsizdir

Asıl savaşçılar afyonlu, mütevekkil

Öyleyse

Şehrin girdabında çalkalanan zulüm

Halkın şanlı isyanına işaret değil

Bodrum duvarlarına öfkeli yazıları

Tırnaklarınla kazıyorsan da

Bulvara dökülen bildiriler

Harcanan bunca emek, bunca değer

Fokurdayan metal potası

İşleyen rotatifler

Cesetleri iğnelemek gibi bir şeydir

Ve zaman usulca göz kırpıp telaşına

Homurdanarak çekip gitmiştir

Yani bu

Aşağılık bir dramdır artık

Çünkü jarjuruna

Boş kovanları dolduran adam

En azından kendinden utanmalıdır

Yani yetsin diyorum

Şarkılarınızı dağlarıma sürün diyorum

Uzatın ellerinizi diyorum

Uzatın tanışalım HELALLAŞALIM…

Yurt odasında sabaha kadar sohbet, sigara, batak üçgenine sıkışmışken sözlerini çok dinlememiştim belki de. Müziğin ritmine ve coşkusuna kaptırmak yetmişti. Suphi’nin ve Özgür Çağrı’nın “bir acayip” dizelerini tam olarak anlamasam da kendine çeken bir yanı vardı. Belki de Suphi’ye soru soran, onu anlamaya çalışan çocuktum. Suphi de “bildiklerini yüzleştir hayatla ve sınamaktan korkma, doğruyla yanlışı, o zaman anlayabilirsin ve onu anlayabilirsin” diye cevap veriyordu hep. Benim için de mücadeleyi deneyimledikçe o sözler, her geçen gün farklı anlamlar uyandırmaya başladı. Anlamaya başlıyordum Suphi’yi ve Özgür Çağrı’yı. Artık benim için Özgür Çağrı bir manifestoydu. Orhan Kotan’ın kendi dönemine yazdığı ve bizi de kesen bir manifesto. Hatta eleştirdiği meselelerin yaşadığımız dönemi daha bir kestiği bile söylenebilirdi.

Ancak bildiklerimizi hayatla sınamak istediğimizde, önümüze çıkan duvarlar da vardı: Bildiğini okuyan ve okutanlar. Ve aynı şekilde bizde de gelişen aynı alışkanlıklar. Sonsuza dek aynı şekilde devam edeceği hissi uyandıran pratikler…

Özgür Çağrı’nın bende bulduğu bir diğer anlam da suskunluk meselesiydi. Evet, neden bunca insan susardı bunca baskıya, sömürüye, zulme ve insanlık dışı muameleye karşı? Ne yapmalıydık onları harekete geçirmek için? Çünkü onlar milyonlardı. Onlar sessizler ordusuydu. Onları harekete geçirmeden bir arpa boyu yol alamayacaktı. Ancak kendi yüzleştiklerimizden çıkardığımız dersleri pratiğe geçirirsek yol alabilecektik bu kervanda. İtirazları örgütlendiğim ilk zamanlar yapsam da zamanla suskunlaştığımı fark ettim “hep sonradan”. Sistem de, aileye gözünü ilk açtığın andan itibaren bunu övüyordu. Sessiz, akıllı, uslu derlerdi o zamanlar da. İtiraz eden, Suphi’ye soru soran ve anlamaya çalışan çocuk gitmiş yerine “işleyen rotatif” gelmişti. Bunun da adına “eğitim” diyorlardı. Oysa eğitimin bizim için anlamı eğmek değil, zihni özgür bırakmak olmalıydı. Ancak o zaman ne yapabileceğimizin farkına varabiliriz.

Suskunlar için de aynısı geçerlidir. Onlar da yüzyıllardır tahakküm altında yaşadığı için sesini çıkaramaz. Ancak zihinlerini tahakküm altına alan duvarları yok edersek ses çıkarmalarını sağlayabiliriz. Sessizlik, bir kalkandır onlar için. Cevabına güvenmemenin veya dediğini yerine getirememenin kalkanıdır. Sessiz kalan, neyi söylememesi gerektiğini iyi bilir. Suskunluk uzun sürerse her şeyi içine atan insanda depresif bir hal gelişir. Bu depresyon, patlamalara gebedir.

Patlama olmadığında ise hastalığa dönüşür. Şu an toplumda yaşanan, tam da son olarak bahsettiğimiz suskunluktan depresyona, depresyondan toplumsal hastalığa yol alıştır. Toplumun sessiz kalması, her zaman bir patlamaya işaret etmez dizelerde de belirtildiği gibi. Toplumsal bir patlama da yaşanabilir, fakat bu patlamalar bir örgütlülük temelinde olmadığında, ileriye doğru sıçratılamaz. Ancak, içe doğru çürümeye yol açabilecek bu sessizliğe/hastalığa müdahale edilmezse, zamanla norm halini alacaktır.

Enes’in intihar etmeden önce bıraktığı video bize bunları anlatıyordu aslında. Enes yalnız kalmıştı yaşamında. Belki de yurtta veya okulda dertleşebileceği birkaç arkadaşı olsaydı, cemaat yurdunun o boğucu havasını, “hayat güzeldir”e çevirebilirlerdi. Ya da aile baskısına direnip biriktirdiği parasıyla kiralık bir eve çıkabilirdi. Bizim sisteme karşı direnişimiz de benzer değil mi? Hatta çoğu zaman bilinçlenerek girilmez bu yola. Dayanışmanın, yoldaşlaşmanın getirdiği sıcaklık gelir öncelikle. Ancak Enes’in böyle bir alanı olmadığı için sessizliğini ancak intihar ederek bozdu.

Çürümüşlüğe isyanını, böyle bir yaşamın reddini ancak intihar ederek dile getirebildi. Çünkü yaşayamıyordu, yaşamı anlamlı kılacak bir gelecek göremiyordu. Örgütlülük, haykırarak yaşamı yeniden anlamlandırmanın zeminidir. Sessizlik, kapitalist uygarlığın dayattığı bir var oluş biçimidir. Aslen yok oluşa tekabül eder. İnsan duruşuyla vardır çünkü. Sessiz kalmak, aynı zamanda, suça ortak olmaktır. Kimse kendi üzerine düşeni atlayamaz; suçu toplum ses çıkarmıyor, ben ne yapabilirim ki diyerek üzerinden atamaz. Bizim suçumuz, bilinç faktörüyle birlikte, daha büyüktür. Çünkü yıllardır, kan ter içinde çabalasak da suskunların ses çıkarmasını sağlayamadık. Suskunlara güven verip ses çıkarmalarını sağlayacak bir zemin sunamadık.

Yalnız insan, sorunun cevabını bilse de dillendirmez ve uygulayamaz. Çünkü imkan ve seçeneklerden yoksundur. Bu cevapları uygulamak için bir güce ihtiyaç vardır. Örgütlülük zemini, pratiğe geçmenin imkanıdır. Topluma bu zemini yaratır ve soruları sordurmaya başlarsak yıllardır bu koşullarda yaşamış olan insanlara, bu sistemin mezarını nasıl kazacaklarının cevabını ve imkanını buldururuz.

Şiirde de dem vurulan temel mesele, alışkanlıklar ve kolay yollarla hesaplaşma meselesidir. Sürekli hedefe ulaşmayan mermilerle, pratiklerle bir yere varılamaz. Coşku iyidir. Ama coşkuyu arayıp bulduğumuzda coşkunun etkisi sarhoş eder. Kimi zaman gerçeklikten uzaklaştırır. Bu yolla yürüttüğümüz pratik, kendimizi avutmaya yarar. Fakat mücadeleyi ilerletmez. Şarjörümüzdeki boş mermiler, verdiğimiz emeklerin, hayata kattığımız değerlerin karşılığını bulmayı zorlaştırır. Pratiğe geçmedikçe, kapalı kapılar ardında “dünyayı tazele”yen tartışmalar boştur. Verilen bunca emeğin, yaratılan bunca değerin bir karşılığı olmalıdır. Elbette verilen her emeğin, değerin bir karşılığı vardır mücadele tarihinde. Ancak devrimcilik an’a yanıt olmak ise bu yönünü değerlendirmemiz daha elzemdir. Uzun zamandır yürütülen pratik, toplumu mücadeleye çekmek yerine kendini tekrar eden ve “işleyen rotatif”in “cesedi iğnelemesi” gibi yorucu ve bıktırıcı bir his uyandırıyor.

Sözgelimi, attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya değiyor mu? Taşı atmamak değil mesele. Ancak attığımız taş da hedefe gitmeli her anlamda. Hedefi bulmalı ve kitleler nezdinde, ön açıcı olmalıdır. Sözümüz ve eylemimiz, ‘suskun savaşçılar’a, Enes’lere değmelidir, bizi onlarla buluşturmalıdır.

Bunun için bakış açımızı değiştirmemiz gerekir. Her zaman zabıtlara geçen “dünyayı tazeleme” veya “dünyaya depremler düşürmeyi” bir kenara koyup daha basit düşünmemiz gerekir bazen. Örneğin şu videonun konusunu bilmemekle birlikte halktan birinin polise attığı tokat[1] suskunların içinin yağlarını eritmiştir diye düşünüyorum. Bende yarattığı etki bu oldu açıkçası. Buradan son günlerde yaşanan iki farklı tokat olayına bağlamak istiyorum: İlki MHP’li Alanya belediye başkanının şöförüne attığı tokat[2], diğeri ise gazeteci müsveddesi Muharrem Sarıkaya’nın basın emekçisi Ahmet Demir’e attığı tokat[3]. Bunlar bir bütün olarak emekçi halkların yüzüne vurulan tokatlardır. Çünkü onlara cevap verecek bir örgütlülük yok. Bu insan müsveddeleri de buradan güç alıp sırf patron oldukları için hunharca insanlara tokat atıp yaşamlarına devam edebiliyorlar.

Devrimcilerin bu gibi sistem aktörlerine atacağı tokatlar da suskunların ne yapabileceğine dair yol açıcı olacaktır. Bunlar basit örnekler ve her gün karşımıza çıkan cinsten. Bir şey yapmak, yanıt oluşturmak için, öyle çok imkana da gerek yok. “Bizim elimiz de armut toplamıyor icabında” bilinci, bir kez yerleşti mi, özgüvenini kazanan suskunların o zaman neler yapabileceğini görmeye başlarız. Bu bilinci oluşturmak için somut örnekleri göstermeliyiz. Yapacaklarımız bunlarla sınırlı kalmamalı elbette. Öte yandan zihnini özgürleştirenler, suskunluğunu bozanlar ve emekçi sınıflar birbiriyle buluştuğunda imkanımız da artacaktır.

Tarikat yurtları için de benzer örnekler çoğaltılabilir. Enes yalnız kaldığı için intihar etti. Ama geride binlerce Enes o yurtlara aile zoruyla veya maddi zorluklar yüzünden gitmeye devam ediyor. Bu insanların yalnız olmadığını göstermeli ve ses çıkarmalarını sağlamalıyız. Kadınların son zamanlarda, özellikle sosyal medyada uyguladıkları teşhir akımı büyük bir ses getirdi ve suskun kadınlara yalnız olmadıklarını hissettirdi, duygudaşlıktan ve alandaki güçlü duruştan güç alan kadınlar teşhir hareketine katıldılar, mahalle ve aile baskısını kırıp suskunluklarını bozdular. Enes’in kaderini paylaşan suskunlar için benzer bir önerme neden hayata geçmesin? Böyle bir eylemlilik biçimi toplumda tarikatlara karşı var olan öfkeyi de açığa çıkarır.

Burjuva siyaset arenasında helalleşme atışması süre dursun, biz kavgayı büyüteceklerimizle “helallaş”mamızın nasıl olacağına odaklanalım. Bizim dağlarımız ‘suskun savaşçılar’dır. Şimdi ‘suskun, afyonlu, mütevekkil savaşçılar’a elimizi uzatalım, tanışalım, helallaşıp bu rezil düzenden hasap soralım.


[1] www.youtube.com/watch?v=mb2xyhYveoo

[2] www.youtube.com/watch?v=mxZGc-yNBZY

[3] www.youtube.com/watch?v=eN8xb_2geYo